8 Temmuz 2008 Salı

Kentsel Dönüşüm

"Daha fazla Mc Donald’s değil, daha fazla Sulukule" Gogol Bordello-Eugene Hutz<''Kültür Başkenti demek! bu çok iyi bir şey. Ama bana hep yaptıkları yüksek kuleleri gösteriyorlar. Kültürden söz ettiklerinde kastettikleri "money". Mahalleleri, yeşil alanları korumak gibi dertleri yok. Büyük binalardan, alışveriş merkezlerinden, lalelerden bahsediyorlar hep. Bunlar "kültürün başkenti" anlamına gelmiyor ki, "kapitalizmin başkenti" anlamına geliyor'' Tony Gatlif

Barda

Geç kalmış ve biraz uzunca bir film yazısı olacak bu.. Sabredip okuyan blog takipçilerine teşekkür ederim şimdiden.. Nerden nasıl çıktı aniden bilemiyorum..Tekrar izleyiverdik filmi.. Akşam ; bira - futbol - mavra üçgeninde muhabbet ederken bir anda DVD'si hortlayıverdi filmin.. Filmi sinemada izlediğimiz zaman bu blog henüz yayında değildi , zaman zaman Türk sineması üzerine yazıp çizdiğimiz de karaladık satır aralarını Barda ile ilgili ama ayrı bir post olarak anlatmakta farz oldu, dün akşam familya içerisinde yaşanan tartışmadan sonra...
Film baştan "futbol asla sadece futbol değildir" grafitisiyle bağlamıştı beni kendine.. Serdar Akar sinemasında ; ''Futbolun önemi'' her daim çok fazla oldu.. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar gibi bir filmin üstüne bu yönetmen için rahatlıkla sanatında futboldan besleniyor diyebiliriz..Gelelim filmin çok eleştirilen sertlik düzeyine ve bizlere ne anlattığına.. sinema veya genel tanımıyla görsel sanatlar, olanı mevcut biçimde somut olarak gözükeni olabildiğince gerçekçi ve yalın yansıttığı sürece başarılıdır (tabi bence) , herkesin iğrendiği yönetmenler ;Gaspar Noe , Pasolini,Tarantino gibi adamlar, bence deli değil dahidirler. KV skandalını saymazsak, Serdar Akar'da bir derdi bu toplumla yaşadığı coğrafyayla yüzleşmek yönünde bir sorunu olan, gerçekçi bir yönetmendir, Realist yansımaların tavanındaki filmleri ; Gemide ve Dar Alanda Kısa Paslaşmalar gibi kültlerin üstüne Barda'yı eklemiştir.. Barda yaşananlar ve bazıları tarafından eleştirilen şiddet dozu hergün sokaklarda yanıbaşımızda yaşanmaktadır zaten.. Filmi ilk izlediğimiz zaman dönen tartışmalarda da bunu savunmuştum hala savunurum çünkü sokaklarımda değişen bir şey yok..Filmin esinlendiği olay yani Tunç'ların ankara'da yaşadığı vahşet, klasik psikopatik bir kriminal vakkadan öte , TR'de sebebpsiz şiddetin, durup dururken adam doğramanın miladı olan bir olaydı, bu miladdan sonra beklemiş Akar, bu bir istisna mı? yoksa toplumsal dip dalgalara yayılan bir sürecin ilk adımı mı? diye beklemiş. İkinci şıkkın doğruluğunu gördükden sonrada ''Barda''yı çekmiş .
Toplumunun gerçeğiyle yüzleşen yönetmeni tebrik ederim ben.. Çocuk yuvasında yeni dayak ve tecavüz görüntülerinin daha dün izlediğimiz haliyle yine evimize girdiği günlerde çekilmişti bu film. Cici koruyucu otoritemiz kendi öz evlatlarına tecavüz etmekteydi kamusal alanlarda ,hal böyleyken, gecenin bi vakti Barda gidip başkaları nedensiz yere başkalarına tecavüz ediyor işte.Sinema toplumların aynasıdır.. Bir arada yaşamı savunmak en derin boyutuyla bu bir arada birbirimizi kesip biçmeden yaşamayıda savunmak anlamına geliyor ve bu film özünde bunu anlatıyor... Futbolla film arasındaki ilişkiye gelince, Serdar Akar kendi sinema lugatı içerisinde futbolun önemini şu sözlerle anlatıyor ; '' - Futbol, eskiden arenalardaki gladyatör dövüşlerinin uzantısı. Birileri sahada mücadele ediyor, diğerleri seyrediyor. Sahadakiler aslında birbirlerinden nefret ediyor ama onları insan yapan mücadeleyi de orada yaşıyor. Hayat da böyle, nefret edebilirsin ama mücadele ediyorsun. Kaybedersin ya da kazanırsın, sonuç sahada kalmalı. Bilginin yanı sıra yetenek önemli. Kimi zaman kişinin hayattaki duruşlarını bile etkiliyor. Her şeyi durdurabilirsin ama yeteneği durduramazsın. Tıpkı futboldaki gibi. Filmde çok iyi futbol oynayan bir gencin yeteneğini barda gören zorba onu ayağından vuruyor. Yani gencin karşı konulmaz yeteneğini kurşunla durdurmaya çalışıyor. O genç büyük bir kulüpte futbol oynasa, zorba ona tapınacak, posterini duvara asacak. İşte filmde bunu anlatmaya çalıştım.''

Film üzerinden devam edersek ; Filmde sık sık bahsedilen , olay örgüsünün üzerine kurulduğu bir TGG kavramı vardı..TGG; ''yani tekrar gözden geçirme..'' Mesela filmin mağdur karakterlerinden Pelin Hamiledir son anda kürtajdan vazgeçer , Cenk'le birlikte hayatlarını yeniden gözden geçirirler karar verilir evleneceklerdir arada geçen yarım saat içinde bu karar yerine kürtaj kararı almış olsalar pelin kendisini jiletle doğrayan adamın acısını şokunu sadece kendi bedeninde hissedecekti bebeğini kaybetmeyecekti , kütajla kaybetmek istemediği bebeğini haplanarak kendisini delik deşik doğrayan bir manyağın elinden kaybetti, TGG burda iflas etti, Selim'in söylediği biz hayatı tarifsiz yaşarız sözü TGG'de bağlanıyordu yine, Serdar Akar her zaman olduğu gibi alt metinleri çok felsefik okuttu bize, bunu sokağın küfüre dayalı hepimizin kullandığı doğal dille yaptığı için dikkat edemedik ama düşününce TGG filmin mihenk taşıydı. Mesela Nejat İşler (yani ''o '' ötekilerin lideri, Selim) ilk başta cinayet yapmak veya tecavüz peşinde değildi, ama Patlak kızları doğramaya başlayınca hayatı tarifsiz yaşamak üzere TGG'yi iflas ettirdi , önünü görmeden öldürmeye başladı, ölüm emri vermeye başladı. Ha aslında böyle derin okumaya gerekte yok, TGG vs tüm felsefeler insanın özündeki kötülük ve uyuşturucu kafası karşısında iflas eder. TGG vs LSD diye okursak filmi, patlak ortamı patlatmadan önce basit bir kavgayla bile bitebilirdi bu mevzu ama olmadı. Patlağın patlatmadığı tek insan Çırak'tı, Çırak masumiyetini o cehennem ortamında bile korudu , Çırak kurtulmalıydı ama hayattaki bazı tercihleri kendimiz yapamayız, Çırak'ın hayatının tercihleri önceden belirlenmişti kendisi hayat içinde etken değil edilgen bir pasifti, çünkü Selim abisiyle büyük ihtimalle aynı mahallede oturuyor, Selim abisinden harçlık , papik, ortam buluyordu , Selim abisi çırağı kendisinin veliahtlığına hazırlıyordu . Velhasıl kelam her insan gibi ; Ordaki kızların yaşadığı vahşet, erkeklerin durumu içimizi burktu, sinirimi bozdu, çok üzdü ve nefret uyandırdı ancak gözlerden kaçırılmaması gereken bir başka noktada aslında tüm bu vahşetin sorumlusu olan ''ötekilerin'' kendi içlerinde yaşadığı dramdı .Çırağın masumiyet dramı, bir genç kızı hamile bir genç kızı gözünü kırpmadan jiletle doğrayan patlağın yarım saat sonra minyatür kaleye gol atınca çocuk gibi masumca sevinecek kadar dengesiz bir piskopat olmasının durumu, film boyunca kendinden nefret ettirten ağır hasta , insanlık suçu işleyen , tecavüzcü Serdar Orçin'in golü atınca mahalle arasındaki bir çocuk edasıyla ''gol sayın seyirciler gol sikilaçhi'' diyebilmesinin durumu gibi.















Sensible Soccer Fenomeni

Biz hala unutamıyoruz efenim.. PES serileri, Fifa serileri vs yalan hala bu bünyede.. Nerden düştüyse aklıma ( liglerin başlamasına daha var, euro 2008 bitti, Lig tv de arada Rus ligine ve Brezilya ligine takılıyoruz ama kesmiyor belki de futbolsuz duramadığımız içindir) bir hatta iki neslin ömrünü yiyen, amiga günlerinin bu topraklardaki en büyük nostaljisi Sensible Soccer serileri üzerine yazasım geldi bloga.. Hikaye uzun , rivayet muhtelif. Efenim ingiltere'de iki tane futbol hastası çocuk daha çocuk yaşlardayken amatör kümeden süper lige kadar istatistik tutarlar, kadroları kaydederler, kendi arşivlerini oluştururlar daha sonrada bunu anime ederler.O yıllar amiga yıllarıdır, elde joystick patlatılan yıllardır, amiga 7/24 beynimizi yemektedir, Microprosoccer (ansızın bastıran yağmur ve oman takımı) ve Emilyhigh soccer gibi oyunlar ile futbol heyecanıyla tanışmışızdır, Kickoff serileri ve Arcade oyun salonlarında yeni yeni sivrilmeye başlayan Supersidekicks (Meksika ve Hernandez) yeni bir çığır açmıştır ki, Cannon Fodder ve dönemin en kral platform oyunu olan Super Frog'un yapımcısı Sensible Software bu iki genci bulur, derki bu data başka data, bu arşiv manyak oyun olur, eee bunu hareketlendirmişsiniz ve altyapısınıda kurmuşsunuz gelin biz bu çizimleri sponsor olarak destekleyelim ve bunu oyun yapalım... O zamanlar dev plazma ekranlarda PS3 oynatan salonlar yerine, Çınarcık'ta yazlık günlerinde ; Okyanus, Balkış, Kral gibi atari salonlarında amiga sistemi üzerinden saatine para vererek Sensible Soccer turnuvaları yapan arızalı bir nesildik biz.. Türkiye anı Türkiye değil di, teknoloji böylesine gelişkin değil , imkanlar sınırlıydı ama hayattan aldığımız zevk kat be kat daha fazlaydı resmen eğlenerek yaşıyorduk yahu... Bugüne kadar içerisinde san marino, faroe adaları gibi ligleri bile barındıran, hem menejerlik hemde oyunculuk anlamında çığır açan swos serileride böyle ortaya çıkar. Dünyadaki tüm takımların yer aldığı, çağımıza göre çok yetersiz grafiklere sahip bu şaheserin yerini 3d efektli fifalar, pesler, winnigler asla tutamaz, o havayı doğallığı veremez, sensible soccer oynamayan , exeter cityden, huul cityden bir haber olan, falso veriyim derken joystick kırmayan adamada futbol hastası denmez. net üzerinde her sezon yenilenen yamalar yayınlanmaya devam ediyor, datalar eklenmeye devam ediliyor, ama amigadaki heyecanın yerini tutmuyor...tribün yapardık evde bu oyun oynanırken... ahh ah

Ayrılık Şarkıları Top 5

Listelemek çok moda bu aralar... Bizde listeledik bakalım.. Bu aralar Winamp play list dahilinde en çok repeat edilenlerden oluştu bu şahsi liste..

*Jeane Manson - Avant de nous dire adieu
*Joe Dassin - Salut
*Gun's and roses - november rain
*Cat stevens-wild world
*Aylin Aslım-4 gün 4 gece

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Yakıştı Sana!




Tatar Ramazan Üzerine

''Tatar Ramazan, 700 kasaba, 70 vilayet, 7 düvelde nam saldı'' sözleriyle başlar herşey... Sinema yazmaya devam edelim bugün.. Aradan bir asır geçse bile, karşılaşıldığı zaman yüzbin defa tekrar tekrar kendisini izlettirmeyi başaran filmler vardır.. Bu tip filmlerde olay örgüsü çok yönlü olduğu için, düşünmeyi bilen ve izlediğiyle yetinmeyerek beyaz perdenin alt metinlerine gizlenmiş satır arası mesajların şifrelerini çözmeyi seven izleyici için bu tip filmler tekrar izlendikçe yeni bir bakış açısıyla yeniden keşfedilen filmlerdir.. Kendini tekrar etmeyen yenileyen filmler diyebiliriz bu tip klasikler için.. Türk sinemasında Tatar Ramazan kültü başı çeker benim şahsi sinema serüvenimin; ''ne zaman yakalansa bıkmadan seyredilen filmler'' lugatımda..
Gerçek bir hikayeden uyarlanan Tatar Ramazan'ın senaryosunu Safa Önal, yönetmenliğini Melih Gülgen ve müziklerini de Ahmet Kaya yapmıştır. 1980 yapımı olan filmin başrollerinde Kadir İnanır ve Esin Moralıoğlu vardır. Günümüzde rol kesmeye çalışanların, Kadir İnanır'dan oyunculuk dersi alması gereken film, benim için 2 bölümü de film değil başyapıttır aslında.. Hatta sadece Türkiye sineması için değil, dünya sinemasının tüm ekolleri içerisinde Yılmaz Güney'in Duvar filmiyle birlikte, hapishane gerçeğini ve hapishanelerin kendi içlerindeki işleyişini ; en sert , gerçekçi, yalın haliyle anlatan filmdir diyebilirim...Kadir İnanır'ın bu filmdeki oyunculugunu kendisinden sonra cekilen filmlerde delikanli rolune cikan tüm jönler taklit etmeye calismis ama basaramamislardir bu bakimdan turk sinemasinda kadir inanir tatar ramazan serileriyle oyunculukta kendi ekolunu kurmustur.Tatar Ramazan seriyle Abdurrahman Çavuş rolüyle rahmetli Hayati Hamzaoğlu ve serinin ilk bölümünde koğuş ağasını canlandıran Yaman Okay tıpkı Kadir İnanır gibi oyunculuğun kitabını yazmışlar ve karakter oyuncusu nasıl olmalıdır ? konulu sinema derslerinde tez konusu olmuşlardır.. Bugün Prison Break alemi bu kadar heyecanlandırırken yıllar önce bizzat içimizden çıkan bir hikaye ile çok daha gerçekçisi çekilmiştir bu topraklarda hapishane öykülerinin...
Özünde; Tatar Ramazan bu düzeni değiştirmek için ne kadar savaşırsa savaşsın eninde sonunda ; içerdeki garibanı, paryayı, aç bilaç gezen kumar ve esrar batağına düşmüş sahipsiz mahkumu ezecek yeni birileri mutlaka gelir, Ramazan sürgün sürgün gezerken , düzen kendi içerisinde giden ağaların, kısım çavuşlarının, ezenlerin yerine başka ağalar, kısım çavuşları, ezenler bulmakta zorlanmaz, ama Ramazan namı 7 düvelde yayılmış olsa bile girdiği mapus damlarında kendisine sunulan rahat fırsatları hep elinin tersiyle iter, bu ağa düzenine dayanır, mapus damındaki köroğlu olur. Filmin kurgusunu bu düzlemde ele alarak mevzuyu kaçırmamak gerekir , filmde güçlülerin düzeni, egemenlerin dünyası yer ile yeksan edilmektedir.. Ramazan ; ''devlet devletse herkesin devleti olacak, herkese eşit davranacak'' derken de , ''Abdurahman Çavuş'u dışarı salan gardiyana ; - ulan biz mahkumsak o pezevenkde mahkum bu kapıyı açmayacaksın'' derken de, dışarda filmin unutulmaz karakterlerinden birisi olan Kirmastılı'dan emaneti alırken ; - ben hasmıma bir defa bıçak sokarım çünkü ikinciyi vurmam, bana öyle bir bıçak yapki hasmımın içinde dönmesin'' derken de, hep bu düzenin ezilenleri için, mapus damında kendini feda eden donkişottur.
-Selam kader arkadaşlarım, selam yarenler, selam çile yoldaşlarım diyerek mapus damlarını gezerken, aslında bir hapishane fenomeni olmakdan öte, bir gariban babasıdır, mapus duvarında yazan mevlana sözüde dikkatli izleyiciler için ''ne elbiseler gördüm içinde insan yok, ne insanlar gördüm içinde elbise yok'' nüansı , mapusda başların ayak, ayakların baş olmasının gerçeğini sunar bizlere ve tabiki kumar postasının dağıtılması, uyuşturucu satanların ramazan tarafından vurulması boşa değildir, ramazan devletin devlet olamadığı yerde adaleti sağlayan kişidir , oranın devleti, hakimi, kadısıdır aslında, ama devlet yargılaması gereken koğuş ağalarını yargılamak yerine daima Ramazan'ı sürgüne gönderir. 1. bölümde rahmetli yaman okay'a tokat vurduğu sahne unutulmazlar arasındadır, tıpkı elinde saz şu dağlarda kar olsaydım türkü söylediği anlardaki gibi. meraklısına not: koğuş yoklamasında Ahmet Kaya ismi geçer, ve filmdeki türküleri Ahmet Kaya söyler. Velhasıl ''umudumuz Ramazan..''

Replikas:

- Ben köpeği bile aşağılamam, Allah yaratmış. Ama insanların köpekleşmesi beni çıldırtır.

- İnsan bunca zulüm, bunca haksızlık görürde rahat yatabilir mi? O zaman ben de ortaya fırlarım ve adama dur derim. Devlet adil olduğu sürece güçlüdür, hükümet adamları kanun çerçevesinde kaldıkları sürece sözleri geçerlidir.

- Beni resimlerde gördüğünüz mahkumlarla karıştırıyosunuz galiba müdür bey. Benim adım Tatar Ramazan ben bu oyunu bozarım!

Dark City

Hakkı verilememiş, ne hikmetse gözlerden ırak gönüllerden uzak kalmış sadece türün kronik takipçileri tarafından olması gereken seviyeye yükseltilmiş, daha fazlasını hakeden filmler var.. Tarantino amerikan sineması için ; ''artık bitti'' diyor.. Haklı olduğu çok taraf var.. Filmsizlik çekiyorum sanki , resmen durumum bu.. Dönüp dolaşıp eskileri izliyorum.. O eskiler o kadar özgün yapımlar oluyor ki , avrupa, meksika ve uzakdoğu sinemasına takılmadığım zamanlar kendi alanında ilk ve özgün olan yapımlara dönmek asla temcit pilavı tadı vermiyor..Dark City'de bu tip yapımlardan birisidir kişisel arşivimde.. Hakkı teslim edilmesi gereken..

98 yapımı kimine göre bilimkurgu kimine göre film noir, yönetmene göre paranoya-gerilim, sınırlanamaz-sinema nın en nadide filmlerinden...yönetmen koltuğunda Alex Proyas, başrolde Rufus Sewell, Jennifer Connelly, William Hurt ve Kiefer Sutherland... Hem izleyicilerden hem de sinema çevrelerinden yeterli ilgi alakayı görememiş ama sinemada çığır açmış şahane film Filmi çok sınırlı kesimlerin sahiplenmesinin nedenini yeterli reklamın yapılmaması olarak görülüyo ki paraya para demeyen Matrix serisinin haddinden fazla esinlendiği bir filmdir Dark City. Matrix projesinin ortaya çıkmasını sağlayan yapım olduğu için alanında kült olarak kabul ederim bu bağımsız çalışmayı..

Işık yüzü görmeyen, sürekli geceyi yaşayan bir şehir ve bunun farkında bile olmayan şehrin sakinleri, insanların ruhlarının özünü bulmak için gelen olağanüstü güçlere sahip yabancılar, yapay bir dünya içerisinde gün ışığını hiç görmeyen ve bunun farkında bile olmayan hafızasız insanlar içerisinde geçmişini ve gerçek benliğini bulmak için yaratıklara karşı mücadele veren John Murdoch üzerine kurulu Dark City, karanlık mekanlar ve Kafka tarzı bir varoluş sorgulaması aynı zamanda robotlaşmış günümüz toplumuna da ışık tutar tabi anlayana, görünenin değil arkasındaki gerçeği arayan fantastik bir dünyada geçen şahane eser... Filmin sonu da Reqiem for a Dream'de olduğu gibi Jennifer Connelly ile biter, tabi Dark City bu filmlerden önce yapılmıştır Matrix'in ilham kaynağıdır, birçok filme de öncü olmuştur... DVD'si saga tarafından güzel bir kutuyla birlikte sunulmuştu yerel piyasaya...

1. Avrupa Futbol Taraftarları Kongresi

Bu yıl ilk organizasyon.. İstenen verim alınırsa gelenekselleştirilecek.. 4-6 Temmuz tarihlerinde Londra'da toplanıyor Avrupa'nın ultrasları.. Curvalar, sopalı pankart çalışmaları, tribün showları, manifestolar, taraftar fanzinleri ve niceleri..


http://www.footballsupportersinternational.com/en/congress linkinden kongre ile alakalı geniş çaplı bilgi edinebilir blogun meraklı okurları.. Kongrenin açılış sayfasında ; ''Modern futbol deyince aklınıza ne geliyor? Oyunu yöneten milyonerler, TV şirketleri ve sponsorlar mı? Yıldız oyuncular ve onları destekleyenler arasındaki derin uçurum mu? Fahiş bilet fiyatları mı? Polis baskısı ve stat yasakları mı? Irkçılık ve ayrımcılığın diğer biçimleri mi? Taraftar kültürünü stadyumlarda kısıtlamak mı?...Ama bir de madalyonun diğer yüzü olmalı. Neden hala kendimize futbol taraftarı diyoruz?" şeklinde bir girizgah yer alıyor... manidar.. amaca uygun.. Çeşitli konularda sergilenecek olan workshoplar kongre için önemli yer tutuyor .. Kongrede yer alacak Workshoplar şu şekilde - ultras ve Choreographies bölümleri en heyecan verici bölümler- :


1. Fan Culture Keywords: SafeStanding, Kick-off times, Commercialisation, Choreographies, Ultras

2. Policing & Repression Keywords: Stewarding&Policing, Stadium bans, violence, legislation Chairperson: Michael Gabriel, Koordinationsstelle FanProjekte /Germany Guest Speakers: Dr. Clifford Stott/ England Bündnis Aktiver Fussballfans & ProFans /Germany

3. Diversity / Anti-Discrimination Keywords: Campaigning on Racism, Homophobia, Sexism, Antisemitism, Disability Rights etc. Chairperson: Nicole Selmer, F_in Women in Football Guest Speakers: Football Against Racism in Europe (FARE)

4. Ticketing Keywords: Ticket pricing, Ticket distribution in national & international football, Ticket IDs, Ticket touting Chairperson: Martijn Pelle, Fan Ambassade Nederland/Holland Guest Speakers: Tam Ferry, TartanArmyClubs/Scotland Unsere Kurve/Germany (inquired)

5. Club Ownership Keywords: Supporters trusts, Membership-based clubs, Millionaire takeovers Chairpersons: Dave Boyle & Antonia Hagemann, Supporters Direct/England Guest Speakers: Gabriele Rechenberger, Austria Salzburg/Austria Emilio Abejón, Asociación Señales de Humo/Spain "

Hasan Doğan'ın Zamansız Gidişi

''Her ölüm erken ölümdür'' elbet.. Bu biraz daha erken oldu..Bazı ölümler vardır, bir gün herkesin öleceğini bunun hayatın en somut gerçeği olduğunu bilen bizleri bir türlü kendine inandıramaz..Bir pazar sabahı kahvaltı keyfi için yudumlanan çay arasına sıkışan büyük puntolu siyah fona yazılmış gazete başlıklarında öğreniriz o şoke edici ölümleri..Hasan Doğan'ın ölümüde belki hafızalarımızda daha dün yaşanmış gibi sıcak duran, euro 2008 görüntüleri nedeniyle şaka gibi geldi bizlere.. - yok olamaz , - nasıl olur yahu? nidalarıyla karşıladık haberi.. Ama gerçekti.. Göreve siyasi atamayla geldiği için başlarda soğuk bakmıştım Hasan Doğan'a..Futbol dışında kendi iş hayatının ve politik bağlantılarının çok uzağında, ayrı kutuplarda yaşadığım bir insandı kendisi ancak bizi ilgilendiren futbola sağladığı, sağlamaya çalıştığı fayda olmalıydı..Bu düşüncülerle beklemeye başlamıştık Hasan Doğan federasyonunu.. Bazı insanları tanıdıkça, anladıkça, anlamaya çalıştıkça, dinledikçe,ne yapmak istediğini empati kurarak çözümleye uğraştıkça seversiniz, ısınırsınız..Zaman hayatın bir sağlamasını yapar ve o insanı size kazandırır..Hasan Doğan zamanın bizlere kazandırdığı bir futbol insanıydı.. Hasan Doğan göreve geliş şeklini işine, hizmetlerine karıştırmadan, sergilediği duruşla ayrı bir noktada yer edinmeye başlamıştı kısacık federasyon başkanlığı döneminde.. Şubat ayından bugüne kadar yaptıklarını, yapmak istediklerini, amatör futbola, alt yapıya ayırdığı zamanı, özerk federasyonun gelişimi ihtiyaç duyulan şeffaf ve hesap verebilir bir mali yapıya kavuşabilme çabasını , ''sokaktaki her çocuk futbol oynayabilmeli '' diyerek pratiğe döktüğü projelerini euro-2008 sürecinde konuk olduğu programlarda dinleyip, Türk futbolunun geleceğine umutla bakmaya başlamıştık.. Tüm kesimleri uzlaştıran, barıştırmaya çalışan, somut ve objektif adımlar atan bu işe ciddi mesai harcayan bir futbol aşığıydı Hasan Doğan.. Bu ülke Euro - 2008'de Ulusal takımın her golünde eşiyle havalara uçup, bizler kadar samimi, net, doğal ve içten sevinen bu adama alışmış, sevmeye başlamış, isminin üzerinde uzlaşmıştı.. Hayat ne garip ki unutulmaz Türkiye vs Hırvatistan Euro 2008 çeyrek final maçından sonra '' bu maçı atlatan check up yaptırmış sayılır bu maçların heyecanına dayananın kalbi sağlamdır artık kolay kolay ölmez'' diyerek nüktedan bir şekilde takımın yaşattığı futbol tutkusundan bahsediyordu kendisi.. Şimdi yapılması gereken projeleri devam ettirmek, alt yapıya, amatör futbola, yetişecek futbolculara, mali yapıya, özerkliğe , kazanılan ivmeye, olumlu gidişata, uzun vadeli sistemli büyüme planına bağlı kalarak, yakalanan olumlu havayı kaybetmeden Türkiye futbolunun kalite eşiğini yükseltmeye devam etmektir.. 90 dakikalık bir mücadeleydi Bodrum özel hastanesinde yaşanan, Hasan Doğan maçı uzatmalara bırakmadan zamansız çaldı bitiş düdüğünü, kazanan bu sefer ölüm oldu..

6 Temmuz 2008 Pazar

Her Futbolcu Türkiye'ye Gelebilir

Sabah gazeteleri açtık, net üzerinde güvendiğimiz kaynakları taradık en son marca gazetesinin konuyu manşet yaptığını öğrendik ve kendimizi tartışmanın içinde bulduk.. Baptista Türkiye'ye gelir mi? .. Konu Baptista ve Galatasaray öznelinde gözükse bile geniş kapsamlı olarak düşünülmesi gereken ve artık mutlaka yıkılmak zorunda olan bir düşünceyide kapsıyor aslında.. ''Şu adam Türkiye ligine hayatta gelmez'' cümlesiyle özetlenebilecek dillere pelesenk bir çıkarım var Türkiye'de futbol üzerine ; konuşulan, yazılan , çizilen ortamlarda.. Baştan ayağa hatalı.. Baştan sona kendi değerini bilememek üzerine kurulu.. Biz 3. dünya ülkesiyiz dayatmasının zihinsel köklere yerleşmiş halinin futbol mavralarına karışmış biçimidir bu düşünce.. Baptista çapında veya aynı şöhrete sahip başka bir futbolcunun Galatasaray'a gelmesi dünyanın en normal olaylarından birisidir..Vakti zamanında Prekazi, Simoviç, Hagi, Taffarel, Popescu gelmiştir ve ne hikmetse dışarıdan içerden o küçük görülen ligde kendi kariyerlerinin zirvesine çıkmışlar , takımıda şahlandırmışlardır.. Konu salt olara Galatasaray değil Türkiye insanının futboluna , ligine ve kendine bakışıdır aslında.. anormal karşılanacak bir durum yoktur.. Galatasaray; vizyonu, kazanma kültürü, taraftarının dünyadaki tüm futbolcuları heyecanlandıracak ateşli bağlılığı,taa derwall zamanlarından günümüze kadar gelen avrupa futbolundaki imajı, geleneği, apoletlerinde taşıdığı iki avrupa kupasıyla, doğru yönetildiği ( ki polat yönetimi bunu şuana kadar gayet güzel başarıyor) ve maddi kaynaklarını maksimum verimle kullandığı sürece, her futbolcunun rahatlıkla gelebileceği bir takımdır.. Oryantalist bakış açılarının saplantılı yapısından kurtulup, gereksiz komplekslere girmeden kendi gücümüzün farkına vararak ; istanbul'un yerkürede yaşanası ilk 5 şehirden biri olduğu gerçeğini, türkiye liginin gün geçtikçe kalite kazanan bir lig haline geldiğini, türk futbolunun artık avrupa'da her bakımdan kendisine sağlam bir yer edindiğini(euro 2008 etkisi elbette tartışılmaz müthiş bir imaj yenileme ve çıkış gerçekleşti),ama en önemlisi manevi olarak, taraftarın yarattığı heyecan ve futbolcu üzerindeki etkisi bakımından, 2 saat içinde hem de haftaiçi dünyanın başka hiçbir yerinde hiçbir futbolcuyu 1000 küsür adamın karşılamayacağını bilerek, rahat bakmak lazım bu transferlere.. olur , olmaz, yarın imza atar veya klübün kapısından bile geçmez o baptista'nın bileceği iştir.. Rahat olmak kendimizi bulunduğumuz noktadan daha aşşağılarda görmemek lazım..

Bodrum Arda Medya

Konusuzluk sıkıntısı çeken(oysa euro 2008'de yarı final oynamış bir ülkede futbol üzerine yazılıp çizilmesi gereken ansiklopediler dolusu anektod olmalıdır velhasıl bu toprakların yazı çizi kültürü , futbolunun ileriye gittiği hızda geriye gitmektedir) ve asparagas yapmadığı zamanlarda doğru bilgi vermeyi denemek yerine polemik üretmek için akla karayı seçen biricik spor medyamızın yeni gözbebeği ''Euro 2008'in yıldızı Arda'nın Bodrumda kız ve erkek arkadaşlarıyla tatil yapması''.. Türk futbolu ışık hızıyla yaşadığımız çağ ile olan farkını kapatıp hatta öne geçerken , 2000 yılından bu yana klüpler bazında bir uefa kupası, bir süper kupa , ulusal takım bazında ise bir dünya kupası birde avrupa şampiyonası olmak üzere iki yarı final gören bunların arasına birde çeyrek final sıkıştıran bir yapı içerisinde gelişim ivmesini arttırırken, yurtdışına ciddi ciddi oyuncu pazarlayan bir ülke haline gelmişken her nedense basın tarafından, bu memleketin futbolcularının en insani ve doğal davranışı dahi eleştiri konusu olabiliyor.. Taş devrinden kalan bir bakış açısı..Futbolcuların hayatı üzerine paparazzi eksenli yazıp çizmek avrupa ülkelerinde de mevcut olan bir kültür elbette.. Show must go on denilen motto hayatın ekranlara yansıyan tüm popüler alanlarında geçerli akçe olmaya devam ediyor velakin bir insanın arkadaşlarıyla Bodrum'da tatil yapmasının aba altından sopa gösterir misali, satır aralarına gizlenen şifrelerle sanki kabahatmiş gibi lanse edilmesindedir mesele.. Düpedüz etik dışı olan sinsice olan, yıpratıcı olan bu tavırdır.. Genç insanlar olan futbolculara adeta kışla muamelesi çekmek.. Militarist bir disiplin anlayışı .. Oysa saha içerisindeki performansı, verdiği emek, takımına sağladığı katkıdır asıl mühim olan.. Özel yaşam adı üstünde olduğu gibi açık ve seçik özel yaşamdır.. Arda'nın gayet normal bir şekilde arkadaşlarıyla tatile gitmesinin haberlere yansıtılış biçimi öznelinden yola çıkarak genel bir kronik sorunada parmak basabiliriz aslında bu konuda... Türkiye spor medyalamasının futbolcuları Aseksüel insanlar olarak görmek istemesini anlamlandırmak mümkün değil.. futbolcu sahada top oynayan bir adam olduğu gibi , makarna yiyen, seks yapan, bira içen, akşam arkadaşlarıyla dıarı çıkan, zaman zaman bodruma tatile giden, aşık olan, PS oynayan, evde müzik dinleyen bir canlıdır aynı zamanda.. İnsanların kız ve erkek arkadaşlarıyla bodrum'a tatile gitmesi üzerine spekülasyon üretilen bu coğrafya tez konusudur her daim..Başka özellikleri de mevcuttur yani futbolcu insanının.. Senin, benim, onun gibi..

''Oz Büyücüsü'' Harry Kewell Galatasaray'da

İngiltere'deki lakabı Oz Büyücüsü olan, Avustralya milli takımının ve Premier League'nin en büyük yıldızlarından birisi olan Kewell transfer borsası adı verilen dedikodu alemlerinde hiç gündemde yokken, sezonun en önemli transferi olarak Galatasaray'la anlaştı.. Herşeyden önce daha sezon başlamadan asparagas bombardımanı ile ''Galatasaray'da işler yolunda gitmiyor '' havası yaratmaya çalışan, içi boş dışı boyalı Türkiye spor medyalamasına atılan çalım bu transfere daha büyük bir anlam daha fazla lezzet katmıştır..pasfotomaçın diline düşmeden, afişsiz, polemiksiz, kaymak gibi transfer.. Leeds United'ın premier league'de marka olduğu, şampiyonlar ligi ve uefa kupasında yarı final oynadığı dönemlerin alternatifsiz en büyük yıldızıydı.. Teknik becerisi, oyun zekası,maçın en zor anlarında insiyatif alarak kurtarıcı olabilmesi, kanatlardan kestiği ortalardaki yüksek isabetli asist yüzdesi.. Hem atan hem attıran sürekli ofansı ve golü düşünen hepsinden önemlisi izleyenlere seyir zevki sunan, komple bir oyuncu Kewell.. Dünya kupasında oynadığı futbolla keyif veren avustralya takımının beyni oyun kurucusu en önemli adamıydı.. Çok değil 2 yıl önce servet ödedi bu adam için Liverpool.. Medyalamamız ''Lincoln'' üzerinden asparagas haberlerle sezon öncesi Galatasaray'daki istikrarı bozmak için havada su dövedursun ,Polat yönetimi şampiyon kadronun üstüne Harry Kewell gibi bir adamı çat diye getirebiliyor işte..Medyalamada futbolla alakası olmayan ama bol keseden belirli lobilere hizmet amacıyla yazıp çizenler Kewell'ın gelişiyle birlikte ne hikmetse üretecek yalan haber bulamaz oldular..'' itler ürüyor ama kervanda birlik beraberlik içinde 10 numara yürüyor..'' işte.. 30 yaşında bu çapta bi topçuyu Roma ve Premier League ekiplerini çalımlayarak 1 gece içinde İstanbul'a getirmeyi başarabilen bir yönetimi alkışlamak gerekir..Galatasaray'ın Oz Büyücüsünün transferi ile gücüne güç katan ortasahasına bakınca ; kewel, arda, lincoln üçlüsü.. teknik kapasite, bireysel beceri ve gole dönük hücum anlayışıyla (Skibbe'nin tarzı bu zaten) izleyene estetik görsellik sunan böyle bir orta alan kurgusu avrupada herhangi bir takımda var mı? varda biz mi? bilmiyoruz..
buyrun bu da künyesi ;
Harold (Harry) Kewell, 22 Eylül 1978 Sidney, Avustralya doğumlu. Futbola okula takımlarında adım atan Harry Kewell, lise yıllarında hem okul takımında futbol oynarken, aynı zamanda Marconi Socer takımı ile bölgesel ligde oynadı.
15 yaşında denenmek için gittiği İngitere’de Leeds United takımına transfer olan Harry Kewell, Mart 1996’da 17 yaşındayken Middlesbrough karşısında Premier Lig’deki ilk maçına çıktı. Nisan 1996’da ise Şili karşısında ilk kez Avustralya Milli Takımı’nın formasını giydi.
1999-2002 yılları arasında İngiltere Premier Lig’inde David Oleary’nin teknik direktörlüğünü yaptığı genç Leeds United kadrosunda göze batan isimlerden biri oldu. Leeds United’ta oynadığı 8 sezon boyunca 181 maçta forma giyen Kewell 45 gol attı.
Harry Kewell’in 2003-2004 sezonuda Liverpool’a transfer oldu. Liverpool ile 2005 yılında Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşayan oyuncu, Liverpool oynadığı 5 sezon boyunca 93 resmi maçta forma giydi ve 16 gol attı. 1996 yılında bu yana Avustralya Milli Takımı’nın formasını 36 kez giyen Kewell, milli forma altında ise 11 golü bulunuyor.
Harry Kewell, son olarak geçtiğimiz ay Avustralya Milli Takımı ile 4 maça çıktı. Avustralya Milli Takımı'nın Irak'a karşı oynadığı 2 maç ile Katar ve Çin'e karşı oynadığı maçlarda ilk 11'de sahaya çıkan Kewell, bu maçlarda toplam 322 dakika sahada kaldı ve 2 gol attı.

Doğum Tarihi:22 Eylül 1978

Doğum Yeri:Sydney (Avustralya)

Boy:1.80m

Pozisyon:Ortasaha ve Forvet
Kariyer: 1995-2003 Leeds United
2003-2008 FC Liverpool

Galatasaray 2008 - 2009 Formaları




Turuncu forma 10 numara ...

1 Temmuz 2008 Salı

Euro 2008 Objektife Takılanlar







''El Nino''


02.07.1993 Sivas

''Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil''
Heybesinde yılan İşaretleri,Baldıran zehiri Yüzüğünün içinde Ve yanında Kav taşıyan ben; Tekinsizim size göre İbret için yakılması gereken...

''Metin Altıok''

Korku İmparatorluğu - 01.07.2008

''Naziler geldiler.Önce komşularımı götürdüler, sonra yazarları ses çıkartmadım. Sonra komünistleri götürdüler. Ses çıkartmadım. Tekrar geldiklerinde sosyalistleri tutukladılar götürdüler. Yine ses çıkartmadım. Beni almaya geldiklerinde ses çıkartacak kimse kalmamıştı.''

Bertolt Brecht
yukarıya alıntıladığımız ve Bertolt Brecht'in nazi Almanya'sında yazdığı bu sözler, kendisinin ve toplumun ''bana dokunmayan yılan bin yaşasın'' tepkisizliğine karşı, bir gün hangi kesimden olursa olsun herkese dokunulacağını, tüm muhalif seslerin susturulacağını, buz dağının arkasında biriken korku rejimi gerçeğinin su yüzüne çıkacağını belirten bir aforizmaydı.. Bugün 01.07.2008 tarihi itibariyle Türkiye sarsılırken, korku imparatorluğunun gelişimi ivme kazanıyordu.

- mevcut iktidarı eleştiren herkesin gözaltına alındığı topraklar olmamalı bu topraklar,bugün yaşadıklarımız yazık ki Patagonya'da değil Türkiye'mizde yaşandı..-

Fanzone@Euro 2008 Final