24 Şubat 2008 Pazar

Invisibles - Görünmeyenler


!f istanbul 2008 film festivali kapsamında..

kısa kısa künye..

Isabel Coixet, Wim Wenders, Fernando Leon de Aranoa, Mariano Barroso, Javier Corcuera Ispanya 2007

motto : ''Çatışmada arkada kalamazsınız, arkada kalırsanız sizi öldürürler. Korkmadan, ölümüne savaşmak zorundasınız. ''

yönetmen hakkında
1945’te Almanya’da doğan usta yönetmen Wim Wenders’in senarist, oyuncu, belgesel, TV programı ve uzun metraj yönetmeni olarak geniş bir filmografisi var. Wenders aynı zamanda halen Avrupa Film Akademisi’nin başkanı.
1968’e İspanya’da doğan Fernando Leon de Aranoa, yönetmenliğe başlamadan önce uzun süre senaristlik yaptı, birçok belgesel çekti ve öykü yazdı. 2004’te kendi prodüksiyon şirketi Resposado’yu kurdu.
1959’da İspanya’da doğan, 28 yaşında Los Angeles’a taşınıp Amerikan Film Enstitü’sünde eğitimini tamamlayan Mariano Barroso’nun filmleri, karakterlerin sosyal başarılarıyla ahlaki değerleri arasındaki ilişkiye odaklanıyor.
1960, İspanya doğumlu Isabel Coixet, Barselona Üniversitesi’nde tarih okuduktan sonra gazetecilik yaptı. Ardından birçok reklam yönetti ve 1996’da ABD’de ilk uzun metrajını çekti.
1967’de Peru’da doğan Javier Corcuera, Peru’da sinema okuduktan sonra Computense Üniversitesi’nde Görsel Bilimler öğrenimi gördü. İşlerinin büyük çoğunluğu belgesellerden oluşuyor

ödüller

2007 Berlin Film Festivali Tribeca Film Festivali ,Guadalajara Film Festivali , 2008 Goya Ödülü
şahsi yorum:

Isabel Coixet, Wim Wenders, Fernando Leon de Aranoa, Mariano Barroso ve Javier Corcuera bağımsız sağlık ajansı Sınır Tanımayan Doktorlar ve Javier Bardem’in şirketi Pinguin Films ile el ele vererek Afrika’da ve Latin Amerika’da ihmal edilen, tecavüze ve saldırıya uğrayan ve yaşamlarını vahşetten kaçmaya çalışarak acı ve korku içinde devam ettiren insanların öykülerini kayda almışlar. Görünmeyenler, görmek istemediğimiz, ancak korku ve tedirginliklerimizin içinde hep varolan gerçekler hakkında. Bu film hikayelerin hikayesi; daha önce duymuş olsak bile, birçoğumuzun zihninin ücra köşelerine iterek unutmayı tercih ettiği hikayelerin bildirisi. Kayıtsızlığımızın susturduklarına ses verme çabası.

Rino Della Negra

Sol açık fanzinin 1. sayısı/ sayfa 6’da bandiera rossa kaleme almıştı bu satırları.. Ulaş dostumuz facebook üzerinde kurucusu olduğum fanzin grubumuza sol açık fanzin başlığı altında girmiş yazıyı. Bloga değer gördük.. Paylaşmak istedik.. Güzel bir pazar sabahında ''futbolun asla sadece futbol olmadığını'' yeniden hatırlatmak babında..

futbol güzeldir ama futbol oynanabilecek özgür bir ülke daha güzeldir!
21 şubat 1944 yılında Paris - Mont Valerien’de nazi işgal güçleri 22 kişiyi idam etti. Kimisi Romanyalı, kimisi Polonyalı, kimisi Macar, kimisi Ermeni, kimisi İtalyandı; aralarından üçü ise Fransızdı. İdamlarından hemen önce çekilmiş bir fotoğraftan akılda kalan görüntü, o mevsimde Paris gibi bir şehrin bile soğuk olabileceğiydi, çünkü içlerinden 18 yaşındaki Macar işçi Tomas Elek, ölümden önceki son dakikalarında ısınmak için ellerini oğuşturmaktaydı. İdam edilen 22 kişi, Missak Manouchian isimli Adıyaman doğumlu Ermeni işçinin liderlik ettiği bir direniş grubuydu. Doğmadıkları ama artık yurt edindikleri bu toprakların istila edilmesine göz yummamışlardı Üç Fransız’ın dışında hepsi göçmen işçilerdi ve “işçi sınıfının vatanı olmaz” sözünün farklı bir yorumuyla, “her yer işçi sınıfının vatanıdır” diyerek faşizmin Fransa’yı istilasına karşı ölümü göze almayı kendilerine görev bildiler. Nazilerin ikmal yollarına, Paris- Reims tren yoluna sabotaj yaptılar, Naziler için üretim yapan imalathaneleri tahrip ettiler. Ama daha da gözkorkutucu olanını yapıp, Paris’ten sorumlu SS Generali Julius Richter’i Eylül 1943’te kaçırıp temizlediler İdam edilenlerden 21 yaşında bir İtalyan genç ailesine şu satırları yazdı ölüme gitmeden az önce : “Dear parents: These two lines to tell you that I've been condemned to a severe penalty. I very much regret not having told you what I did, but it had to be so. Pretend that I was at the front, and be as courageous as me. Little father and little mother, you have always been paradise for me .. I kiss all of Argenteuil from the beginning to the end. Your dear son who loves you till the last minute of his life.” Annesinin ve babasının ona sunduğu cennete veda eden ve şükranlarını sunan bu gencin ismi Rino Della Negra idi. 1923 yılında Fransa’da, Pas de Calais / Vimy’de İtalyan bir anne babanın oğlu olarak doğmuş, daha sonra 1926’da ailecek Paris’in kuzey batısına, Seine nehrine sırtını veren Argenteuil’e taşınmışlardı. Peki futbol üzerine bir fanzinin sayfalarında bahsedilecek ne özelliği var bu İtalyan gencin? Fazlasıyla var, çünkü Rino Della Negra, sadece nazi işgaline karşı hayatını ortaya koyan bir aktivist değildi, aynı zamanda işgal öncesinde profesyonel bir futbolcuydu. Argenteuil’de başlayan futbol aşkı, 19 yaşından itibaren Saint Ouen bölgesinin takımı Paris Red Star’da devam etmişti. Bugün bir çoğumuzun adını bile duymadığı bu takım, kuruluş tarihi olan 1897 ile futbol tarihinin en eski kulüplerinden biridir. Kurucusu ise Dünya Kupası’nın fikir babası ve ilk organizatörü Jules Rimet’dir. Yani denebilir ki Monet’den Delacroix’ya, bir çok ressamın ilham kaynağı olan Argenteuil banliyösü, futbol dünyasına da antifaşist bir futbolcu hediye etmiştir. Paris Red Star, kadrosuna katılan bu genç İtalyan ile, 1942 tarihindeki son Fransa kupasını kazandı. Leon Feonkinos kaptanlığındaki o kadronun zaferinden sonra, en son 1946 yılında kupa finali oynadılar, ancak kaybettiler. 1992-2001 yılları arasında son profesyonel dönemini yaşayan takım, şu anda 2. amatör ligde. Biz ise genç İtalyan’ın hayat izini sürmeye devam edelim. Della Negra’nın başarılı futbol hayatı, yaşadığı ülkenin, ari ırkın zaferi ve bin yıllık imparatorluğun hayalleri kuran işgalcilerce istila edilmesiyle son bulur. Ailesi zaten Mussolini muhalifi olduğu için Fransa’ya göçmüş olan genç işçi, Zorunlu Çalışma Servisi (Service du travail obligatoire) tarafından Almanya’ya zorunlu çalışma için çağrılır. Onun için artık, direniş saflarına katılmaktan başka yol yoktur. Başta da bahsedildiği gibi, Missak Manouchian isimli Ermeni bir işçi-şairin yönetimindeki gruba katılır. Bu göçmen işçi birliğinin askeri anlamda başarılı eylemlerinden kısmen bahsettik, ama genel olarak söylemek gerekirse grup yakalanıncaya kadar düşmanına 230 kayıtlı saldırıda bulunmuş, bu saldırılarda Nazilere 150 kayıp ve 600 yaralı verdirmiştir. Grubun, Rino Della Negra’nın da aralarında bulunduğu 23 üyesi, kasım 1943’te yakalanmış, göstermelik bir yargılamadan sonra idam cezasına çarptırılmışlar. Onlardan geriye kalan son görüntü, grubun sekiz üyesinin 21 şubat 1944’te siyah beyaz bir fotoğrafın daha da solgun gösterdiği bir duvarın önünde kurşuna dizilmeyi beklerken çekilmiş vakur duruşları. Bu son fotoğrafta Rino Della Negra görünmüyor, sırasını beklerken belki anne babasını, belki varlığından habersiz olduğumuz bir sevgilisini, belki de….. kazandığı o son kupayı düşünüyordu, kim bilir? Şimdi hepsi, insanlık tarihinin altın sayfalarında ismi unutulmaması gereken kahramanlar olarak yerlerini aldılar. Fakat Rino Della Negra’nın biraz daha özel bir dünyadan, futbol sahalarından da sevenleri vardı. Nitekim Paris Red Star kulübü - ki artık Red Star FC 93’tür adı – eski oyuncusuna olan vefa borcunu unutmadı. 1942 yılının Fransa Kupa Şampiyonu kadrosunun 11 numaralı oyuncusu için 22 şubat 2004’te, yani ölümünün 60. yıldönümünde, kulübün maçlarını oynadığı stade Bauer’de, l'ASO Arménienne takımı ile bir dostluk maçı yapıldı. Ondan geriye kalan, futbolu yaşamı sevdiği kadar seven, ama insanlığı savunma sorumluluğunu, tüm kişisel geleceğinin önüne koyan bir 11 numaranın hikayesidir. bandiera rossa

Bakmakla Yetinmeyin

http://www.pisburun.net/betikyurdu/fanzin/index.htm adresinde değerli dost güzel insan Barış Karacasu önderliğinde yıllardır bitmeyen bir enerjiyle yoluna devam ediyor pisburun fenomeni. Linkte taraftar fanzinleri ve futbolla ilişik yeraltı yazın sanatı arşivi var.. Pisburun bununla yetinmiyor elbette mottosunda belirttiği gibi ''ayaktopu bilgi özeği olarak'' betik yurdu kıvamında peşinden koşup duruyor meşin yuvarlakla alakalı tüm güzelliklerin peşinden.. bakmakla yetinmemek lazım, görmek lazım..

Fotokopi ile Tribünün Kesişimi

Deplase'yi 3 sayı çıkartabilmenin mutlu nostaljisini anarak eski güzel günler adına.. kimbilir belki yıllar sonra yeniden ...

Yavuz Yıldırım yazmıştı vakti zamanında..

Fotokopi ile tribünün kesişimiRadikalGenç 01 (16 Mayıs 2006): Futbolun endüstrileştiği, medyada yer aldığı şekliyle bize yansıyan kısmının dışında da bir futbol algısı var.Taraftar fanzinleri son dönemlerde artış göstermekte. Memleketin bir çok yerinde, “tribün duruşu” fanzinler aracılığı ile canlı tutulmaya çalışıyor. Tribünde boğaz patlatanlar, kalem de oynatabildiklerini ortaya koyuyor. Fotokopi makinaları, tribün kültürünü çoğaltıyor. Fanzinler, taraftarlık kurumunun ele avuca sığmaz olduğunu gösteriyor.“Fanzine” ya da fanzin, ingilizce “fanatic” ve “magazine” kelimelerini birleşiminden türemiş bir kelime. Çoğunlukla düzensiz aralıklarla çıkarılıp fotokopi yoluyla çoğaltılmakta. Resmiyete, düzenliliğe ve kimi zaman estetiğe bir karşı çıkış ürünü olan fanzinler, futbol ile de kesişim kümesi oluşturuyor. Matbu muhabbetFutbolun endüstrileştiği, astronomik fiyatların hüküm sürdüğü, medyada yer aldığı şekliye bize yansıyan kısmının dışında bir futbol algısı var. Orada futbol seviliyor, TV başında değil de tribünde olmak özleniyor. Çim kokusu-gol anındaki sevinç-mağlubiyetteki hüzün-deplasman yolculukları bu muhabbetin asli unsurları. Tribün kültürünün basılı hale dönüştüğü fanzinler son dönemlerde artmakta. Bu durum hakim futbol kültürünün tüketiciliğine karşı bir tepki olarak da okunabilir. Fanzinler bu sevginin birer yol göstericileri olarak diyorlar ki tribünler kendin menkuldür; bu aşkın hiçbir mantıki yanı yoktur, tribünde olmak ayrı bir kültürdür. Taraftarlar, fanzinciliğin mottosu “do it yourself” (kendin yap) mantığı ile, parayla pulla ölçülmeden, yönetim kurullarında, seçimlerde boy ölçüşmeden, camiayı bir rant kapısı olarak görmeden, takımların asıl sahipleri olduklarını haykırıyorlar. Esasen, fanzin kategorisinde olmasa da yedi sayı çıkıp damaklarda nefis bir tat bırakan Tribün Dergi, bu konuda yapılmış en kapsamlı çalışmaydı. Kendisi halen endüstriyel futbola karşı tribün kültürü sloganı ile tribundergi.com adresinde taraftarları bir araya getiriyor. Tribün Dergi’nin açtığı yol, fotokopicilerle işbirliği halinde genişletiliyor. AdreslerBu örneklerin en yenilerinden biri, benim de şekillendiricileri arasında bulunduğum, “anavarza.zine”. Adana Demirsporluluk Kültürü Fanzini alt başlığı ile çıkan anavarza, Ocak başında İzmir merkezli olarak yayın hayatına başladı. İkinci sayısı Nisan içinde çıktı çıkıyor. Anavarza, futbolun Çukurova’nın futbolda gerilemesine paralel Adana’nın kalan tek takımının varlığını unutkan ya da umarsız zihinlere mavi-lacivert tondan bir hatırlatma yapıyor. Edinmek ve katkı sunmak için anavarzine@gmail.com adresinden temas kurabilirsiniz. Göztepe sevdalılarının çıkardığı “Gençliğimin Katilisin”, bir süredir gencligiminkatilisin.com üzerinden yayın yapan webzine’in bir yansıması. Fanzinin orta yerindeki fotoğraf aslında mevzunun gayet güzel bir özeti. Karşıyakalıların, 1717 ve Kuva-i Kaf Sin Kaf fanzinleri de yakın zamanda çıkan ürünlerden. “Tribünde olmak hayata gider yapmaktır” sloganı ile ikinci sayısını çıkaran 1717 zine (edinmek için 1717zine@gmail.com, Pan Kitabevi) ile Bursa’daki Karşıyakalıların çıkardığı Kuva-i Kaf Sin Kaf, kendi şehrinin takımına sahip çıkmaya çağırıyor, kabesi İstanbul olanları. Gençlerbirliklilerin Gençdaş’ı da daha çok bülten havasında olsa da tribünün soluğunun hissedildiği iki sayısı ile sesini duyurdu. Görece eski çalışmalardan, Antalyasporlu taraftarların fanzini 07 Gençlik&Curva Nord’u elimize geçmese de henüz, burada zikretmek gerekir. İstanbullu tayfanın son dönemlerde hareketli kanadı Fenerbahçe taraftarları. 1907 Gençlik (www.1907genclik.com) ve Cefakar Maraton, hakim kültüre karşı bir alt kültür oluşum olarak tribünün sesini fanzine döktüler. İstanbuldakiler için İstiklal Cad.’deki Mephisto ve Khalkedon kitabevlerine uğramak, bu tip materyaller için yararlı olabilir. Galatasaraylı taraftarların çıkardığı Eski Açık Uni ve Ankara Uni Fanzinleri de zihnimizde yer etmiş.

The Amazing Lives of the Fast Food Grifters




''Başıma gelen olaylar sırasında ne yemek yediğimi iyi hatırlıyorum ... yani hangi yemekleri yediğimizi konuşarak yaşadığımız çağı aydınlatabiliriz.'' diyor efsane animasyon Ghost in the Shell’in (1995) yönetmeni olan Mamoru Oshii.. Yemek Kuyruğundakilerin Acayip Öyküleri orjinal adıyla The Amazing Lives of the Fast Food Grifters, japon yönetmen Mamoru Oshii'nin !f İstanbul 2008 film festivali kapsamında gösterilen son filmi.. Tachigui seyyar tezgahlarında karınlarını patlayıncaya kadar günün yemekleriyle doyuran üçkağıtçıları konu alıyor. ‘Ye-kaç Üçkağıtçıları’ efsane gibi, her dönemde varolmuşlar ve o dönemin en popüler yemeğini isimlerine uyarlayıp kendilerini söz konusu dönemle özdeşleştirmişler. Mesela Moongaze Ginji geleneksel karabuğday soba eriştesine olan tutkusu ile savaş sonrası kıtlık dönemini, doymak bilmeyen Hamburger Tetsu ise 80’leri temsil ediyor. Oshii’nin asıl yaptığı, savaş sonrası Japonya’sının Kore Savaşı, 1964 Tokyo Olimpiyatları, Japon Kızıl Ordusu’nun kuruluşu gibi önemli tarihsel dönemeçlerini, söz konusu dönemlerin popüler yemekleri ve bu yemeklerden isim türeten hayali kahramanları ile yeniden belgelemek. Bugunun 'hizli' yasami, kökenini hizli yemekten almakta bir bakima. Film inanilmaz bir görsellikte, deneyimlenmemis bir illüstrasyon ve dijital kukla teknigiyle, 'karsit' söylemini o kadar iyi anlatiyor ki, fast-food a karsi olamamak mümkün olamiyor gunumuzde de. Filmde kullanılan teknik ise sinema tarihinde ayrı bir sayfa açacak kadar özgün.. Film tek keimeyle inanılmaz bir görsel şölen ama bunla yetinmeyerek alt metinlerde arama yapmaya gerek bırakmadan felsefesini orta yere mıh gibi çakacak kadarda derin.. Filmekimi kapsamında geçen yıl izlediğimiz hamburger cumhuriyeti benzeri anti fast food kültürü mottolarının yıllar boyunca unutulmayacak en başarılı örneği denebilir..
kısa kısa dipnotlar..

ödüller
2007 Venedik Film Festivali, Hong Kong Film Festivali, Raindance Film Festivali..

yönetmen hakkında
1951 Tokyo doğumlu Mamoru Oshii, 1976’da Tokyo Liberal Sanatlar Üniversitesi’nden mezun oldu ve birçok animasyon filminde çalıştı. İlk deneyimi animasyon yönetmeni olarak çalıştığı Ippatsu Kanta-kun idi. Oshii’nin siber-punk animasyon filmi Ghost in the Shell 1995 senesinde Japonya, ABD ve Avrupa’da büyük ilgi uyandırdı. Yönetmenliğe beş sene ara veren Oshii, 2004’te Innocence: Ghost in the Shell 2 ve ardından 2006’da Yemek Kuyruğundakilerin Acayip Öyküleri ile izleyicilerinin bekleyişini sona erdirdi.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Sinemada Meksika Dalgası - Gael García Bernal


Son yılların en iddialı ülke sineması şüphesiz Meksika.. toplumsal yapıları , aile kavramları, ekonomik uçurumların yol açtığı paradoksal sınıfsal çelişkileri, futbol aşkları ve daha çok bir yönleriyle bize çok benziyor meksika'lılar.. Anlattıkları hikayeler , beyaz perdeye yansıttıkları tavır, yaşam tarzları bize hiç uzak kalmıyor.. aa bu olay bizim mahallenin ücra köşelerinde de her akiam yaşanıyor yahu diyesi geliyor insanın meksika filmlerini izlerken.. O meksika sinemasının parlayan yıldızı kuşkusuz Gael García Bernal.. Blog üzerinde etkinlik takvimi ve film programını uzun uzun anlatmaya çalıştığım !f istanbul 2008 sinema festivali kapsamında meksika dalgasının ilk yönetmenlik denemesi olan Deficit (Uçurum) isimli filmde gösterimde.. Meksika sineması bölümü altında .. izlenesi.. tempolu.. sürükleyici.. meksika gençliği dediğin şey birebir bizim gençlik diyesin geliyor izleyince.. sorunlar benzer, ekonomik uçurumlar benzer, umutsuzluk benzer, umutlar benzer, sokaklar benzer.. bu kadarın benzerliğin arasında film hiç yabancılık çekmiyor seyircinin objektifinde.. kimdir peki yönetmen Gael García Bernal !

1978, Guadalajara doğumlu. Londra’daki Central School of Speech and Drama’da oyunculuk eğitimi gören Bernal, bu ünlü okula kabul edilen ilk Meksikalı oldu. Paramparça Aşklar Köpekler (2000), Ananı Da (Y Tu Mamá También, 2001), Motosiklet Günlüğü (Diarios de motocicleta, 2004), Kötü Eğitim (La Mala educación, 2004), Rüya Bilmecesi (2006) ve Babil (2006) gibi filmlerde rol almadan önce birkaç tiyatro oyunu, dizi ve kısa filmde oynadı. Uçurum yönettiği ilk film.

!f İstanbul 2008 - Film Listesi











Festivali kaçıranlar bir daha bu filmleri başka yerde çok zor yakalar.. yakalamak içinde minimum 2 yıl bekler.. Festival kapsamında bu yıl;
OnceBir Zamanlar
John Carney

You, The LivingSiz, Yaşayanlar
Roy Andersson

Inland EmpireInland Empire
David Lynch

Lars and The Real GirlLars Sevince
Craig Gillepsie

My WinnipegBenim Şehrim Winnipeg
Guy Maddin

ExiledSürgün
Johnnie To

The Puffy ChairPofuduk Koltuk
Jay Duplass

Eagle vs SharkKartal Köpek Balığına Karşı
Taika Waititi

No Country For Old Menİhtiyarlara Yer Yok
Ethan Coen, Joel Coen

Just Like HomeEvim Gibi
Lone Scherfig

Broken EnglishAşkın İngilizcesi
Zoe R. Cassavetes

SickoHasta
Michael Moore

In The Valley of ElahTanrı’nın Vadisinde
Paul Haggis

Southland TalesKıyamet Öyküleri
Richard Kelly

PinkPembe
Alexandros Voulgaris

The Nines3x3
John August

ChriguChrigu
Jan Gassmann, Christian Ziörjen

DarlingCanım
Johan Kling

The AerialAnten
Esteban Sapir

In Search of a Midnight KissGeceyarısı Öpücüğü
Alex Holdridge

Should I Really Do It?Bunu Gerçekten Yapmalı Mıyım?
İsmail Necmi

Year of the NailTırnağın Yılı
Jonás Cuarón

Forgive MeAffet Beni
Maïwenn Le Besco

Milky WaySamanyolu
Benedek Fliegauf

J.C. ChávezJ.C. Chávez
Diego Luna

DeficitUçurum
Gael García Bernal

Drama/MexDrama/Mex
Gerardo Naranjo

La ZonaYasak Bölge
Rodrigo Plá

Bad HabitsKötü Alışkanlıklar
Simón Bross

CochochiCochochi
Israel Cárdenas, Laura Amelia Guzmán

From The SeaDerinliklerden
Miguelanxo Prado

DiaryGünlük
Oxide Pang Chun

The Amazing Lives of the Fast Food GriftersYemek Kuyruğundakilerin Acayip Öyküleri
Mamoru Oshii

VexilleVexille
Fumihiko Sori

TekkonkinkreetSert Beton
Michael Arias

Scott Walker: 30 Century ManScott Walker: 30 Yüzyıllık Adam
Stephen Kijak

Joy DivisionJoy Division
Grant Gee

Homeland: Sigur RósEvde: Sigur Rós
Dean DeBlois

Glass: A Portrait of Philip in Twelve PartsGlass: Philip’in 12 Bölümde Portresi
Scott Hicks

The Art of Cinema: A Compilation Sinemanın Sanatı: Bir Seçki
Matthew Barney, Shirin Neshat

Seven Easy Pieces by Marina AbramovicMarina Abramovic’ten Yedi Kolay İş
Babette Mangolte

How To Cook Your LifeHayatınızı Nasıl Pişirirsiniz?
Doris Dörrie

Annie Leibovitz: Life Through A LensAnnie Leibovitz: Objektiften Yansıyan Bir Yaşam
Barbara Leibovitz

The Eternal ChildrenÖlümsüz Çocuklar
David Kleijwegt

10 + 410 + 4
Mania Akbari

The Art of Negative ThinkingOlumsuz Düşünme Sanatı
Bård Breien

The Three RobbersÜç Haydut
Hayo Freitag

Yobi: the Five Tailed FoxBeş Kuyruklu Tilki Yobi
Sung-kang Lee

Taxi To The Dark SideKaranlığa Taksi
Alex Gibney

PompaPompa
Extramücadele & Serkan Tunç

The Shock DoctrineŞok Doktrini
Alfonso Cuarón, Jonás Cuarón, Naomi Klein

Who Killed The Electric Car? Elektrikli Arabayı Kim Öldürdü?
Chris Paine

The Last WinterSon Kış
Larry Fessenden

InvisiblesGörünmeyenler
Isabel Coixet, Wim Wenders, Fernando Leon de Aranoa, Mariano Barroso, Javier Corcuera

The PlanetGezegen
Johan Söderberg, Michael Stenberg, Linus Torell

11th Hour11. Saat
Nadia Conners, Leila Conners Petersen

ZooZoo
Robinson Devor

No Body Is PerfectHiçbir Vücut Mükemmel Değil
Raphaël Sibilla

Bakushi: The Incredible Lives of Rope-MastersBakushi'lerin Sıradışı Hayatı
Ryuichi Hiroki

PloyPloy
Pen-Ek Ratanaruang

Grimm LoveÇarpık Aşk
Martin Weisz

Red Without BlueMavi Olmadan Kırmızı
Brooke Sebold, Benita Sills, Todd Sills

Itty Bitty Titty CommitteeMini Memeler Komitesi
Jamie Babbit

Eating Out 2: Sloppy SecondsYesinler Seni 2
Phillip J. Bartell

The Picture of Dorian GrayDorian Gray’in Portresi
Duncan Roy
Nilüferler
Céline Sciamma

Otto; or, Up With Dead PeopleOtto; ya da Tüm Ölüler Birleşin
Bruce LaBruce

Death Note: The Last NameÖlüm Defteri: Son İsim
Shuusuke Kaneko

Poultrygeist: Night of The Chicken DeadPoultrygeist: Ölü Tavukların Gecesi
Lloyd Kaufman

TeethDiş
Mitchell Lichtenstein

Death Note 1Ölüm Defteri 1
Shuusuke Kaneko

Play It Again, SamTekrar Çal, Sam

As Short As ShortKısa Mı Kısa

Cities, Sounds, TexturesŞehirler, Sesler, Dokular

Human Rights, Human WrongsAksi İstikamet

Loving, Missing, Killing!Seven-Özleyen-Öldüren!

Lost MenErkek'lik

Man’s World, Other StoriesErkeğin Dünyasında Öteki Hikayeler

Jean-Gabriel Périot CompilationJean-Gabriel Périot Seçkisi
Jean-Gabriel Périot

Cinema Extreme ShortsCinema Extreme Kısaları

Yours, Sincerely: A Compilation Tüm İçtenliğimizle: Bir Seçki

They Make Things Out of Peopleİnsanlardan Eşya Yaparlar






!f İstanbul 2008 - Etkinlik Takvimi




blogu sadece haftasonları saturday night live show kıvamında güncelleyebildiğim için geç oldu biraz olsun ama güç olmasın.. bu yıl yine kaçırmıyoruz , şükrediyoruz yeditepeli şehire.. kent kültürünü bi nebze bile olsa yaşatmaya devam eden ; filmekimi var, !f var vs diye.. beni festivalin asıl amacı sinema kısmı bağımsızlar ilgilendiriyor ancak dün gece yani cuma günü geride kalan iki adet etkinlik 10 numaraydı extra babında. bu gecede 23.00 diyor saatler !f karnaval için.. meraklasına hatırlatma babında
bu yıl festivalin extrası ise şöyleydi..

!f Karnaval - Feat. DJ Springfield & DJ Cliffy
23 Şubat Cumartesi, 23.00Festival MerkeziFee: 20 YTL (Tam/Adult), 15 YTL (Öğrenci/Student)

Visuals by VCD weneedbeats.netİngiltere kökenli Moviemientos politik duruşunu, heyecan verici belgesellerle birleştiren, Latin Amerika’nın az duyulmuş yeni dans müziğinin temsilcisi olan bir kolektif. Londra’nın en çok sevilen kulüp gecelerine imza atan DJ Springfield cumbiaton, baile funk, flamenko ve Nu-Yorican gibi az duyduğumuz müzikleri, yerel halk müzikleri ve elektronika ile harmanlıyor.
DJ Cliffy Londra’daki Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde (ICA) yapılan ve efsane haline gelen Batmacumba gecelerinin yaratıcısı. Brezilya müziğini hem DJ hem de araştırmacı olarak Londra’ya, hatta Avrupa’ya, tanıtıyor. Gerçek karnaval havasını Brezilya’ya gitmeden hissedebilmek isteyenler, bu geceyi kaçırmayın.

Yaşayan Kütüphane - Gökkuşağı
22 Şubat Cuma, 18.00 - 21.00Festival Merkezi
!f bu yıl, “bilenler” ile merak edenler arasında yeni bir deneyim paylaşım biçimi öngörüyor. Her gün 18.00-21.00 arasında farklı temalarla ilgili insanları, rahat bir ortamda, onları merak edenlerle bir araya getiriyoruz. “Yaşayan Kütüphane” adı verilen bu uygulamada, tek yapmanız gereken hiç çekinmeden mevzu bahis tecrübe sahibi kişiyi yakalamanız ve aklınızdaki soruları dobra dobra sormanızdır. Oyun karşılıklı, siz ne kadar sorarsanız onlar da o kadar konuşuyor!

Tema: GökkuşağıKatılımcılar:Aykut Atasay (LGBT Aktivist, Belgesel Yönetmeni)Belgin Çelik (LGBT Aktivist)LAMBDA Istanbul Aktivistleri
!f Gökkuşağı Partisi - Feat. Lady Kier (PA Show & DJ Set)
22 Şubat Cuma, 23.00Festival Merkezi15 YTL

!f bu yıl Gökkuşağı partisinde Lady Kier’i sizlerle buluşturmaktan büyük keyif duyuyor! 1986-94 yılları arasında yer aldığı, çığır açan Dee-lite grubu ile öne çıkan Kier 90’larda taklit edilemez bir moda ikonu oldu. Lady Miss Kier bu kez DJ setini !f Istanbul’da konuşturacak!


Uzakdoğu Sineması # 2 Tarihçe ve Türler












Manga çizgi roman tadında birbirinden bağımsız ve kült örneklerin peşi sıra sergilendiği bu sinema alanına değinmek gerekiyor bilmiyorum var mıdır? meraklısı. Güzelim uzakdoğu filmlerinin orjinal senaryolarının zaman içinde avrupa sinemalarında veya internet genelindeki DİVX kurtlarının paylaşım alanlarında kült statüsüne yükseldiği gerçeğinin farkına varan Hoolywood sinema endüstrisi güzelim japon ve kore filmlerini heleki japon korku filmlerini bir bir araklayıp abd tandanslı çekmeye devam ededursun özellikle senaryo alanında uzakdoğu sineması bağımsız bir sinema olmanında etkisiyle kendi klasiklerini oluşturdu bile.Manga ismini verdiklerini çizgi roman kültürlerinin öğreleriyle sık sık besledikleri filmler kendi alanlarında birer başyapıt niteliği taşıyor.

japon sinemasının kökleri japon tarihi, kültürü ve geleneklerine dayanıyor.1899 yılı japon sinemasının başlangıcı olarak kabul ediliyor ve konulu filmler bu yılda ilk kez gösterilmeye başlanıyor. bu ilk yıllarda japon sinemasına kabuki ve no adı verilen geleneksel japon tiyatrosu kaynaklık ediyor.kabukideki ka müzik, bu dans, ki ise yaratcılık anlamında. aynı dönemdeki filmlere baktığımızda üç ayrı türde geliştiğini görüyoruz japon sinemasının.. jida-i geki, genda-i geki ve aile fimleri.. * jidai-i geki, bütünüyle tarihsel unsurlar barındıran tarihsel filmler * genda-i geki, batılılaşmayı ve batılılaşmanın japon kültürü üzerindeki etkisini konu alıyor * aile filmlerinde ise, yine batılılaşma ama batılılaşmanın aile yapısı üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde duruluyor. 1920li yıllarda japon sineması büyük bir gelişim gösteriyor ve benshilik kavramı ortaya çıkıyor.. benshi, sesin sinemaya girişinden önce japonyada sinema perdesinin yanında filmi insanlara seslendiren, anlatan kişiye verilen isim, o zamanlarda oldukça saygıdeğer ve önemli bir meslek. 1920 ve 45 sürecinde japon sinemasına yön veren en önemli üç yönetmenden bahsetmek mümkün.. bunlar kenji mizoguchi, yasujiro ozu ve japonların en ünlü yönetmeni akira kurosawa. * mizoguchi, feminist bir yaklaşım ile erkek egemen japon toplumundaki acı çeken kadını filmlerine konu ediyor. * ozu, birah daha sosyal tarafa eğiliyor ve modern toplumda çalışan ücretlileri konu alan filmler çekiyor. * kurosawa, japon sinemasının dünyaya açılmasını sağlayan yönetmendir diyebiliriz, filmlerinde birey olabilme, iç çelişkiler, açlık, yoksulluk benlik, birey ve doğa ilişkisini konu alır, doğa filmlerinde hep ön plandadır. rashomon adlı filmiyle, 1953de en iyi yabancı film oscarını kazanmıştır ve venedik film festivalinde ödüle layık görülmüştür. kurosawanın aldığı ödüllerin de etkisi ile, 1958 yılında japonyada 1 milyar 100 milyon sinema bileti satılmış, ve bu rekor olarak dünya tarihindeki yerini almıştır. 60lı yıllarda, televizyon ile rekabet içine giren japon sineması, bu mücadeleyi kaybetmemek için iki türde filmlere ağıtlık vermiştir.bunlar, yakuza filmleri ve erotik filmlerdir. 70lerden günümüze doğru baktığımızda ise, japon sinemasında şiddetin devam ettiğini ancak deneysel olarak batı-doğu çatışmasınında sinemaya konu olduğunu görmekteyiz.
Benim uzakdoğu sinemasına olan özel ilgimi katmerleyen iki büyük yönetmen var , birincisi koreli yönetmen Chan-wook Park’. Hepimizin bildiği Oldboy efsanesini yaratan adam.Aslında Oldboy bir üçleme bizde sadece serinin ikinci filmi olan oldboy tavan yaptı oysa intikam üçlemesinin başlangıcı ;Sympathy For Mr.Vengeance[2002] isimli film, birde oldboydan sonraki serinin son filmi var oda ilk filmle çapraz kurgulu olarak hazırlanan; Sympathy For Lady Vengeance [ 2005 ] Tarantino'nun dahi diğer eleştirmenlerinse deli dediği japon yönetmen Takashi Miike'den Gozu... bu film kısıtlı sinema festivallerinde gösterildi... Takashi Miike filmlerinin batsızlığıda burda... Sürprizli sarsıcı finallere hadi canım bu kadarda olurmu demelere hazır olan izleyeciler için yakuzaların iç dünyasının U turn tipi bir hikayeyle anlatıldığı gozu'yu kaçırmamalarını öneririm...

İkinci büyük yönetmende ; futbol filmlerinden yakından tanıdığımız Shaolin soccer filminin yönetmeni Stephen chow yönetmenin çok keyif verici ikinci kült filmide kung fu hustle.Özellikle matrak altyazısını bulabilirseniz oldukça farklı bir tarz uzakdoğu kung fu komedisi, manga tadı derken kastettiğimiz matrix göndermeleri, kill bill dizaynlar, abartılı efektler uzakdoğu sinemasının olmazsa olmaz öğeleri, filmin afişinde de kill bill ile looney tunes'in buluşması şeklindeki ibare filmlerin adeta çizgi film film karışımı yapısını anlatıyor.

Geniş kapsamlı olarak tür ayrımı yapmadan uzakdoğu sineması analizimize devam edersek. kısa kısa notlar babında ; Fae Yeung Nin Wa veya In the Mood For the Love Hong Kong'lu Won Kar Wai'nin şaheseri...Asla kelimeler yetmez anlatmaya, muhakkak izlemek lazım... Ve tabiki ustaların ustası Ang Lee .. Ang Lee uzakdogu sinemasının en önemli yönetmenlerinden birisi Wo hu Zang Long Kaplan ve ejderha crouching tiger hidden dragon .Chang Zheng, Chow Yun Fat, Michelle Yeoh, Zhang Zi-Yi 'nin oynadıgı ang lee filmi en iyi yabancı film dalında oscar almıstı.

Uzakdoğu Sineması # 1 - Ninja




Tabi uzakdoğu sineması deyince işin içinden dövüş sanatları kültünü çıkartmak bir türlü olmuyor, olamıyor, iyide oluyor. Son dönem bahsettiğimiz gerek komedi gerekse korku gerilim tarzındaki uzakdoğu sineması örneklerinde gelişkin efektler çoğu zaman abartılı biçimde manga çizgi roman tarzında filme ekleniyor, mesela kung fu hustle filminin finalinde kahramanımızın yaptığı buda avucu tarzı kung fu vuruşunda arşı aşarak uzay semalarından yükselmesi gibi, ama bunlar manga tarzı uzakdoğu çizgi roman kültürünü seven ve fantastik tarz imgeleme çalışmalarına alışkın olanlar için çok hoş bir ayrıntı olarak gözüküyor, şahsen kurgu içerisinde bu abartılar uzakdoğu sinemasının son dönem örneklerinin estetik lezzetini iki üç katına çıkaran çarpıcı öğeler, shaolin soccer'da 11 futbolcunun sırayla kaleciye ''akula''vuruşu tarzında ateşli şutlar çekmesi ve kalecinin klasik stephen chow efektleriyle eldivenleri yana yana bunları gol olmadan çıkarması gibi ayrıntılar , filmin tadı tuzu.

Uzakdoğu sineması deyince bu efektleri kullanmayan, dönemin şartları içerisinde sınırlı imkanlarla gerek ; samuray gerekse katil ninjalar kültünden beslenerek mitolojik öğelerin işlenmesiyle çekilen , video dönemlerinin VHS ve Beta kaset efsaneleri ''ninja filmleri'' serilerinide unutmamak lazım, bu ninja serilerinde en fazla görebildiğimiz uçan tekme, dönen tekme ve iyi olan beyaz ninjanın kötü olan kara ninjaya karşı yere yumurta büyüklüğünde bir kapsül atarak dumanlar çıkartarak kaybolması figürüydü, mutlaka siyah katil ninjalar bir kızı kaçırır, beyaz mavi kırmızı gibi değişik renk tonlarındaki ninjalarda kızı kurtarırdı, bir filmde pembe dahil 20 renk tonunda ninja gördüğümü hatırlarım, başlarına bant bağlayarak japonca yazılarla özellikle sarı üzerine kırmızı tonda figürlerle bezeli simgeler takan ninjalar ayrı bir ekoldürler, genelde kara ninjaları pataklayan senseiler bunlardır.

http://www.karatedepot.com/ninja_swords.html meraklısı için bu adreste ninja filmlerinde kullanılan aksesuarlar var dışarıya satışta oluyor.

Zeki Demirkubuz Sineması #1 - Masumiyet Kader





Uzun olacak bu yazım biraz. Sabredip okuyanlara selamlar olsun.. Nereden başlasam bilmem ki?... Güven Kıraç'ın o tutunamayan ifadesinin resmini anlatarak mı? Haluk Bilginer'in çizdiği obsesif kompulsif karakterin doğallığından ve dünyada oynanan en iyi örneklerden biri olduğundan mı? Derya Alabora'nın oyunculuğundan mı? Ne güzelliğin ifadesi, ne ifadenin güzelliği; sanat yalnızca ifade edebilmektir deyip, yalın ifadelerin birleşiminden, cilalamadan, kirletmeden filminin adına yaraşır biçimde bizlere ulaştıran Zeki Demirkubuz'dan mı? Lokanta sahnesinde kendini lokantada, otobüs sahnelerinde kendini otobüsün içinde yolculuk yaptığını düşündürten atmosferinden mi? doğaçlama çekilen ve o doğaçlamanın üzerine bir film inşaa edilen meşhur "Kır tiradı"ndan mı yoksa? Şüphesiz, izleyen insan için herşeyi konuşmak, anlatmak, gözden geçirmek mümkün...
Masumiyet ve Kader.. Hepimizin içinde kaybolmayan masumiyet ile yaşadımız ortak kader.. İki filminde ortak teması ''aşk köpekleşmektir'' mottosundan ötesi değil belkide..Başarısının formülü İse bu mottoyu bu kadar gerçekçi anlatabilmesi olsa gerek Demirkubuz'un...
masumiyet'le kader'i bir arada değerlendirdiğimiz zaman, karşılaştığımız sonuç hayata tutunduğumuz ince dallarıda kırarak bizleri tamamen uçurumdan aşşağı atabilir. kader yani bekir'in , zagor'un, uğur'un gençliklerinin anlatıldığı o unutulmaz kır tiradına sahne olan hayatın aktörlerinin yaşamının evveline giden dönemin sunulduğu kader, günümüzde geçmektedir, masumiyetse konu gereği daha sonraki yılları anlatması gerekirken zeki demirkubuz ironisiyle kader'den önceki bir zaman dilimini yansıtır gibi filme çekilmiştir, burada zeki demirkubuz'un amacı kuşkusuz ; benzer öykülerin, her mahallede , her sokakta, her kahvehanede, her batakhanede yaşayan, zagor'ların, uğur'ların , bekirler'in, yusuf'ların geçmişte ve günümüzde her an farklı isimlerle aynı acıları yaşadıklarını anlatabilmektir , zaman kavramı geneldir, konu bağlantılıdır ama, zaman geniş zamandır ve şahısların isimlerinin yerine kendi isimlerimizi koysak bile hikaye kendi gerçekliğimizi anlatmaya devam eder, işte can yakan demirkubuz sinemasının sırrıda burada gizlidir. Bekir sever, bıkmadan usanmadan zagor'u seven uğur'u sever, uğur'da bıkmadan usanmadan, kendini bedenini ruhunu tüm masumiyetini satarak, cezaevi sürgünleriyle hayatını tüketen, adam doğrama makinesi psikopat zagor'u sever, zagor'da uğur'u sever aslında ama hapishaneleri daha çok sever, yusuf'da böyledir, dış dünyadan kaçmak ister, cezaevini kendi evi bellemiştir, tutunamayan halini sırrı burada gizlidir, kimbilir zagor uğur'u cezaevlerini sevdiği kadar sevseydi bu hikaye bu kadar can yakıcı olabilirmiy di? kader deyince bekir'in askerlik sonrası evlendirildiği, ama uğur'a olan umutsuz aşk nedeniyle ''çocuk doğurması dışında'' el bile sürülmeyen , iki çocukla ortada kalan eşinin kaderide incelenmelidir, belkide hikayede en geri planda duran bu figür aslında tüm bu kaotik savaşın canı en çok yanan figürlerinden birisidir, bekir uğura, uğur zagora , zagor suça ve aleme tapar, ama bekir'in sevilmeyen eşi, başkasına yanık bir adamın eşi olmanın vebalini iki çocuğuyla öder, tıpkı uğur'un piskopat zagor'a yanık olmasının bedelini sakat çocuğuyla ödemesi gibi.

bekir kurşunlanır, bekir dövülür, bekir kan kusar, bekir uğur fahişelik yapmasın diye muhabbet tellallarından sopa yer, esrar alemlerinde işini gücünü ailesini anasını babasını kaybeder, sek rakıyı büyük büyük kafaya dikip uğur'u görmek için gözünü kah diyarbakır kale mahallesinde kah sinop cezaevi önünde, kah batakhanelerde, ummanelerde, kerhanelerde açar, esrardan uyuştukça içkiyle intihara koştukça bilinçaltında fahişe diyerek sürekli aşşağıladığı uğur'u daha çok sever, tıpkı uğur'un polis katilliği dahil binlerce suçun faili zagor'un ömür boyu cezaevinden çıkamayacağını bile bile hala deli yanık olması gibi.

aşk köpekleşmektir; kurşunlar, dayaklar, sürgünler, bitmeyen yollar, harcanan aileler, tüketilen ömürler, satılan bedenler, durmadan içilen esrarlar, rakılar, bitmeyen yollar, sokaklar, kavgalar, kırılan ağızlar burunlar, banliyö trenleri, otobüsler, çocuğunun ilaçları elindeyken dahi evladından önce asla ulaşamayacağı uğur'a koşan bekir'in boş sokaklara vuran silüeti, soğuk otel odaları, 5. sınıf pansiyonlar, cinayetler, sevişmeler, artık sevme duygusunu kaybetmiş sadece zagor'a avukat tutmak için ruhunu başkasının altına yatıran bir kadın ve diğerleri, diğer tüm tutunamayanlar...

işte masumiyet ve kader.. tüm bu sertlik, toz duman, tutku , ve şiddet yaşanırken zeki demirkubuz şunu anlatır; bu basit bir mahalle arası aşk olarak başlamıştı, hepimizin yaşadığı, hissettiği, sevdiği bir aşk, tüm bu kirlenme içerisinde dahi masumiyet asla kaybolmadı.!

"- Film bu Mehmet abi, film... Milleti ağlatmak için yalandan yapıyorlar… - Yalan malan, böyle de olmaz ki kardeşim!!!"

-mert- ...


/div>

Masumiyet - Kır Tiradı


Zeki Demirkubuz klasiği masumiyet'in unutulmaz Kır Tiradı. Şüphesiz Türk Sinemasının gelmiş geçmiş en iyi monolog performansı by Haluk Bilginer.. Bu sahnedeki olay örgüsü Masumiyet ile çapraz kurgulu biçimnde çekilen Kader Filminin konusunu oluşturur.. Tam metin:


''çocuk neden sakat abi?-doğuştan... doğuştan denmez aslında. hamileyken babasından ağır bi dayak yemiş. -babası nerde?-sinop’ta -hapishanedeki? geçen gün uğur ablayı hapishaneye giderken gördüm...-sevgilisi...-onun için mi bu şehirdesiniz? ha?-uzun hikaye karışık... bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. (burda müzik girer) bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa? hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor’a kesikmiş. zagor’da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’a; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor’u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunnar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. ankara’da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. oranın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. n’aptı buna annamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul’a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop’ta oluyo bunnar. ben de döndüm istanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır’a, zagor’un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul’da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor’un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır’a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır’dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte. hııh!

''


Fight Club # 1

first rule of the fight club is: do not talk about "fight club" second rule of the fight club is: do not talk about "fight club"

22 Şubat 2008 Cuma

Kıskanır Rengini Baharda Yeşiller


Yaşadığımız hayat ; yapaylıklarla, binbir boş beleş lafla, birbirimizle didiştiğimiz aşırı sıkıcı siyah gri gündem şaklabanlıklarıyla, medyalamamızın sabun köpüğü kahramanlarının üretim kabızlıklarını tv ler üzerinden üzerimize kusmasıyla akıp geçedursun. Bu gri tablonun en renkli siması , bu ülkenin en büyük ve anlamlı renklerinden birisi belki de en birincisi , deli aysel'de göçtü gitti işte bu devr-i alemden.. aklımızda hep yağmurlu pera akşamlarında elinden düşmeyen maltepe sigarasıyla sıraselviler civarlarında karşılaştığımız sonbahar akşamlarını yadigar bırakarak.. 2 hatta 3 kuşak onun şarkılarıyla büyüdü , yatağında ölümü beklerken bile durmadan üreten , hiç statikleşmeyen bir üstün zekanın en dinamik örneğiydi aysel gürel.. Tam Türk kadınının kendisine en çok ihtiyaç duyduğu dönemde gitti bu topraklardan.. Ömrü vefa etse 1000 tane daha şarkı armağan ederdi bu ülkenin aşık çocuklarına, yapardı bunu eminim.. Güle güle köyün delisi.. Güle güle 9 köyden kovulan doğrucubaşı.. Bizi bıraktın yine renksiz gri hayatlarımızla.. Bir başına.. bize sadece üst üste firuze dinleyip durmadan alkışlamak düşer seni ve yazdığın binlerce ölümsüz şarkıyı.. good bye blue sky..


Fenomenler Paslaşmış


Cantona fenomeni bir röportajında selam etmiş uzak diyarlardan Belfast publarını izleyip , her akşam kendisine kaldırılan binlerce kadehe ara pası atan Best ustaya ... arthur rimbaud ve jim morrison'ın ateşini taşıyan , felsefe mezunu, sinema yönetmeni, şair, plaj futbolu gönüllüsü eric cantona.. Demiş ki ; "cennetteki ilk antrenmanında sağ açığa geçip, sol bekteki tanrı'nın başını döndürmüştür. bana takımında bir yer ayırtmasını çok isterim. Best' in takımında tabii, tanrı'nınkinde değil." Cantona bu yaşında futbola yeniden dönsün diyesi gelir şu garip bünyenin , Best üstad için saygı duruşu niteliğindeki şu yorumunu okudukdan sonra.. Arada başka evrenler olsa bile paslaşır fenomenler.. verkaçlarla.. ara paslarıyla..

17 Şubat 2008 Pazar

Frank Miller Üzerine








Kuşkusuz çizim sanatından sinema sanatına en çok katkı yapan çizer kimdir? diye sorulsa cevabımız Frank Miller olurdu. Sin City ve 300 gibi gişede beğeni toplayıp çizgi roman havasını kaybetmeden sinemaya aktarılan yapımlarda yine Frank Miller gibi bir usta çizerin tarama ucundan yansımıştı beyaz perdeye.. Frank Miller başka bir sinema uyarlaması olan hatta arcade game versiyonu ile oyun salonlarında bir dönem rekorlar kıran marvel comics klasiği punisher ve king pin gibi karakterlerin yaratıcısı olarak üretimini hiç kesmedi diyebiliriz. Amerikan çizgi romanının o dönemki normlarını alt üst edecek denli çarpıcı şiddet, "Wolverine" ve "Ronin"le yine Miller eserleri olarak doğdu. O dönemki" diyorum, çünkü tam o sıralarda başlayan "Punisher"la normlar iyiden iyiye sarsılacak, 90'ların "Preacher"ıyla ve gene Miller'ın "Sin City"siyle yerle bir olacaktı. Miller'ın, bu sürecin öncülerinden olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama sadece "şiddet" değil. Miller 1986'da yaptığı "Batman: Dark Knight Returns" serisiyle, süper kahraman türünün normlarına da meydan okudu. Yaşlanmış, çoktan emekli olmuş bir Batman vardı karşımızda. Dünya değişmişti, okur olarak bizler değişmiştik ve Miller bizi bu dünyada, damdan dama atlarken belini incitmemeye çalışan bir süper kahramanla karşılaştırıyordu. 1990'da Miller Elektra'ya geri döndü ve bu kez "Elektra Lives Again"i yaptı. Bunu, "Give Me Liberty", "Hard Boiled", "Martha Washington", "Sin City", "300" izledi.

Milo Manara




20 yıldır ihtirasları doğrultusunda çiziyor... Şüphesiz çizgi roman sanatına erotizm kavramını getiren ekolün en büyük öncüsü.. İtalyan toplumunda dahi afarozlar yiyen çizim ustası.. Kadını, doğayı ve tutkuyu onun kadar gerçekçi çizebilen bir sanatçı daha bulmak zor.. Milo Manara ülkemizde sürekli sansür yiyen ve alakasız isimlerle deforme edilen eserlerin sahibi olarak bilinir.. Erotik mizah dergilerinde aslıyla alakasız çevirler ile yayınlanan Manara çizgi romanları daha sonra Lâl Kitap'ın Gülliver ve Parantez'in HP & Giuseppe Bergman çizgi romanlarını yayınlaması Milo Manara ismi tekrar çizgi roman sevelerin gündemine yeniden girmiştir. Tüm yaşam ıstıraptır ve sanatla bu ıstırapları dindirmek olasıdır gibi bir sözün sahibi olan manara çağdaş çizim sanatının en aykırı ve yetenekli çizerlerinden birisi olarak Druuna'nın çizeri serpieri ile birlikte tabuları yıkmaya devam ediyor.. La declic ve click isimli eserleri sinemayada uyarlanan manara için çizgi roman sanatının Tinto Brass'ı diyebiliriz...

Onunda Söyleyecekleri Var


Umut Sarıkaya çöp adam çizse altına çöp adam diye not düşse bile okurum bu memleketin yazın - çizim aleminde.. 80'lerde çocuk olmanın bizim neslimizdeki travmalarını, komediye döndürmüş en kral adamlardan biridir. güzel insan vesselam umut. lombak, kemik ve penguen'de tayfanın geri kalanıyla kıyasladığımız zaman açık ara üretkenlik şampiyonuydu. uykusuz oluşumu içerisinde yine işinde gücünde ve yine söyleyecekleri var. toplumsal yaşamın tüm sınıfsal katmanlarına ilişkin gözlemlerini çizgisi ve yazın tarzındaki denemelerinde bulabileceğimiz gibi bununla yetinmiyor ve kadın erkek ilişkileri, özellikle eski sevgili meselesi üzerine harika tespitlerine de devam ediyor umut. uykusuz bünyesinde deniz ensari ile birlikte mizah anlayışı, algısı ve duyarlılığı çok başka boyutlarda gezinen her daim çizmeye devam etmesi gereken sanatçı işte..

Ademler - Havvalar- Meclis!


Piyale Madra'nın kaleminden..

Marjinalsin Sen Oğlum

Met Üst Yazmıştı Mahalle Maçı Kuralları


Bu sefer ben yazmadım blogsever bünyeler.. Met-Üst vakti zamanında radikal gazetesinde yazmıştı. 10 numara kalemden 10 numara tespitlerle doluydu.. Hemen aşşağıda ağaçlı sahadan bahsedip iştahım kabarmışken, hani istanbul kara teslim tipiye teslim ama şu pazar günü çıkıp top oynayasım var sokağa nerdeyse.. neyse işte bünye böyle iştahlı birruh haline saplanmışken arşivden paylaşayım dedim met-üst' ün yazınını..


''Bir zamanlar 'mahalle' denilen bir yaşam alanı ve arsa denilen bir nefes alma-oyun oynama alanı vardı. Mahalleler bina yığınları haline geldi, arsalar otopark ya da gökdelen oldu. Ancak şimdiki çocukların ne yaşayacak bir mahalleleri, ne de oynayacak arsaları var. Biz belki de çocukken mahallede büyüyen, arsada top koşturan son çocuklardık. Maç yaparken yazılı olmayan ancak hepimizin bildiği ve mutlak surette riayet ettiği (erkegsen etme!) çeşitli kurallarımız vardı. Ve ne gariptir ki bu kurallar, hemen hemen her mahallede aynıymış. Şimdi bazı akşamlar kocamış çocuklar olarak, ayrı ayrı mahallelerde büyüyen akran arkadaşlarımızla buluşup, ekran karşısında iki kadeh eşliğinde maç izleyip o günleri anarken anlıyoruz bunu. Çoğu zaman gülerek anlattığımız o eşsiz günler nohut büyüklüğünde gözyaşlarına dönüşüp kadehlerimize düşse de... ''

İşte o canımıniçi mahalle maçı kuralları:

- Topun sahibi tüm kuralları koyar, takımı kurar, kaleyi seçer. Penaltıları, frikikleri, tacı bile atar. İyi oyuncuları kendi takımına alır. Fazla koşmaz, hatta hiç koşmaz. Defansa yardım etmez. İleride armut gibi durur, beleş top bekler. Attığı beş şuttan yedisinin de bir şekilde gol olmasını ister.

- Gol sevinci 'Nasıl şeyttik ama' şeklinde yapılırsa, kavga çıkar. - Ameliyatlı ve yeni sünnet olmuş arkadaşlara sert girilmez. Hayvanlığın lüzumu yok.

- Üç korner bir penaltı, dört taç bir korner yapar. Bazen tersi de mümkündür.

Takımlar kurulurken ilk oyuncuyu seçme hakkı, adımlarla aldım verdim hesabını en hesaplı yapanındır. - İyi oynayan iki kişinin aynı takımda yer almamasına dikkat edilir. - Transferler, 'Ahmeeet top oynamaya geliyon mu oğlum' şeklinde yapılır. - Kuduz köpek, sarhoş, deli, araba, öğretmen, müdür, müdür muavini ve din hocası yoldan geçerken maça ara verilir. - Bir elde salça ekmek, sana yağlı reçelli ekmek, diğer elde gazozla top oynanır oynanmasına ama oynanmazsa daha iyi olur.

Akşam ezanı okununca, anne çağırınca, baba köşeden görününce ve televizyonda 'Kara Şimşek' başlayınca maç mecburen biter.

- Topu, komşunun bahçesine atan dombili alır. - Topa abanmak, burun vurmak yasaktır. Hayvanlığın lüzumu yok. - Kızlar, bilhassa manitalar geçerken artiztik hareket yapılmaz. Artiztik hareket yapan, hareketin Allahını görür. - Su içme molası ancak susayınca olur ve hep birlikte su içmeye gidilir. Musluğa ağız dayanmaz, avuçla içilir. Dana gibi çok su içilmez, içilirse dalak şişer. Öküzlüğün âlemi yok. - Faul olunca ana avrat dümdüz gidilmez, en fazla ağlayarak 'Hepiniz topsunuz, ben oynamıyom layn' denilir. - Topu patlatan, doğal olarak parasını öder. Patlayan topun içine taş konulup yoldan geçen adam vursun diye şaka yapılmaz. Hayvanlığın lüzumu yok. - Ancak patlak top ikiye kesilerek, iç kısmı dışarı gelecek şekilde kafaya şapka yapılabilir. - Bir topu en hakkını vererek, bisiklet tamircisi şişirir. İdeal şişirilmiş topun tanımı, 'Dolma gibi oldu layn bu' olur. - Taş, gaz tenekesi, elektrik direği, ağaç, limon sandığı bulunamazsa kazak, ceket, gocuk ve okul çantasından kale direği yapılabilir. - Kaleci degaj yapmadan önce topu üç kere yerde sektirmelidir. - Seyirci olarak hısım akraba arsaya çağrılmaz, hele anne-baba hiç. Çünkü anne-baba gelince çok utanılır ve tarihin en kabız maçı yapılır. - Serbest atış kullanılırken top oynanan arsa eğer genişse, baraj dokuz adım öteye, eğer alan darsa üç adım öteye kurulur. Penaltı atışı öncesi ise kaleci kaleden dokuz adım sayar, topu oraya koyar ve atış oradan yapılır. - Skor on beşe üç olsa da, iki taraf sıkılınca, hava kararınca, evden çağrılmalar artınca 'Gol atan galip' kuralı devreye girer ve tuhaftır golü atan hakkaten maçı kazanır. - Birinin başka şehirden, bilhassa Almanya'dan akrabası, dayı oğlu, amca oğlu filan gelirse, muhakkak oyuna alınır ve misafirdir diye en güzel ara paslar onun önüne yuvarlanır. Bu davranışın o lavuğun getirdiği çukulata, oyuncak ve yeni topla hiçbir alakası yoktur. İnsanlık bunu gerektirir. Hayvanlığın lüzumu yok. - Sarı, kırmızı kart olmadığı gibi, yerine göre taç ve özellikle ofsayt kuralı uygulanmaz. Israr eden gombiği yer. Ayrıca zayıf takıma, zayıflık derecesine göre beş fark, 10 fark avans verilir. - Testislerine top gelen bahtsız ve acılı arkadaş mutlak suretle işetilir.

- Kaleciler, annelerinin ördüğü yün eldivenleri pek tabii ki giyebilirler.