28 Ocak 2008 Pazartesi

Rastafari


1955'te Cromwell'in güçleri Jamaica'ya saldırıp durdurulabilecek gibi görünmediğinde, İspanyol kolonistler kölelerinden 1500'ini serbest bırakmışlar ve köleler orman içinde kayboluvermişlerdi. Takibeden çalkantılı yüzyıllardan sonra bir ad: Maroons (dmarron''dan : firarı) ve boyuneğmezlikten oluşan bir hale ile donanmış olarak geri döndüler. "Negritute"nin vaizi Marcus Garvey, 1987'de, bu ehlileştirilemez soydan doğacaktır. Onun siyahların Afrika'ya geri dönecekleri öğretisi olmadan, rastafari kültürü Jamaica dışına asla ulaşamaz; O olmadan, Bob Nesta Marley, bugün bilinen Bob Marley olamazdı.
Tarihçiler hemfikir olmasalar da, genelde, Marcus Garvey'in "Bir siyah kralın taç giyeceği Afrika'ya bakın. O kurtarıcıdır!" kehanetinde bulunduğu kabul edilir. Yıllar sonra, 1930'da, Etiyopya'da Ras Tafari Makonnen (Haile Selassie) hükümdar ve Negus (Kralların kralı) olarak iktidara geldi. Bundan kısa bir süre sonra da, yüzünün ilahileştirilmiş "tasvirleri" Jamaica gettolarının duvarlarında, köylerinin ağaçları ve çatılarında Etiyopya bayrağının yeşil, kırmızı ve sarı renkleriyle yanyana boygöstermeye başladı. Bu yeni dini hareketin taraftarları halkın içinden geliyordu ve öğretileri basitti: Jah (Yehova'nın kısaltılmış bir biçimi) bir gün gelip siyahları Babil'den (beyazların günah ve gaddarlıkla hüküm sürdükleri bu Batı dünyasından) geriye, Afrika'ya götürecekti.

Jah Addis Abeba'da hükümdar olarak vücut bulduğuna göre, zaman gelip çatmıştı. Rasta'lar alkol, tütün, et kabuklu deniz hayvanları, tuz yemiyor içmiyor, Eski Ahit'teki saç, sakal, hatta tırnak kesmeme kurallarını izliyorlardı. Ayin ve rimelleri ganja -kutsal bitki; bizzat mezarında yetiştiği Hz. Süleyman tarafından bağışlanan- marihuana çerçevesinde biçimlendiriliyor. Bob Nesta Marley hayatının ilk rasta'sını 1945'de doğduğu küçük Nine Miles köyünde görmüştü. Siyah bir anne ile, onla evlenmiş ama kısa bir süre sonra terketmiş beyaz bir babadan doğmuştu. Melez oğlan, köylüleri onlarla eğlendiren allahbağışlasın bir hikayeci olan mahalli "derviş"in habeşlerin kralı Papaz Juan hakkındaki ortaçağ hikayelerini büyülenerek dinlemişti. Başında bir yılan yuvası taşıyordu derviş; bulutlu bakışları, yürümüyormuş da havada salınıyormuşca devinimleri vardı.
O zaman bu görünüm çocuğu korkutmuş, gece düşüne girmişti. Rastafari kültü'ne geçişi hayli zaman sonra oldu. Nine Miles o zamandan bu yana neredeyse hiç değişmemiş. Hâlâ sarp bir yamaçta, aşağıdan sonsuzmuşca uzayan yılankavi bir şoşeyle tırmanılan küçük, adi bir köy. Melez oğlanın doğduğu tahta baraka yok artık. Yerinde yeni, beton bir inşaat var ve kapı eşiğine birkaç kök ganja ekilmiş. Mezarı çok daha yukarıda, sadece yürüyerek tırmanılan bir başka tepede. Söylenildiğine göre, o yaslı gömü gününde insan buradan, birkaç kilometre uzanan insan selini görebiliyormuş. "Şuradaki, üzerinde oturup meditasyon ve beste yaptığı taş. Şurada da gitarı korunuyor." İçinde adak kabilinden fotoğraf, gazete dergi kupürleri, günce sayfaları, flamalar, vb. nin asılı olduğu çıplak ayakla girilen anıtını, Etiyopyalılarca dokunmuş bir kilim süslüyor. Ve arabasının arması: bir BMW. Bu markayı yeğlemişti, çünkü harfler kendilerini ve meşhur olduğu gurubu simgeliyordu: The Wailers! Bize rehberlik eden rasta, tıpkı yolda küçük kamyonumuza atlayıveren Kuzey Amerikalı çift gibi, içerde marihuanasından ayindeymişcesine nefesler çekiyor. Anıtın ziyaret programı içinde, kutsal bitki ile dolu tarlalar arasında bir gezinti de yeralıyor. Yasalara göre Jamaica'da marihuana yasak olduğundan, rehbere polisin nasıl tepki gösterdiğini soruyorum. Omuzlarını silkiyor: "Bazan gelip tarlalardan söküyorlar. Yerlerine yenileri yetişiyor topraktan. Bitki değiller mi onlar?!". Yasak tamamen formalite. Birkaç gün önce Ocho Rios'ta bir Reggae Bashi olmuştu, bir açıkhava konseri, terazilerle kurutulmuş ganja satıldı, yada spliffs için sarılmış olarak. Gözler önünde, apaçık yapıldı bu, satıcılar mallarını gazoz yada bira satarmışca sunuyorlardı. Jamaica'da bana da marihuana teklif edilmeyen ya da içen birini görmemiş olduğum bir kamusal yere rastlamadım. Ve içenler sadece rasta' lar değillerdi. Ama insanın Bob Marley bilmecesinin anahtarını arayacağı yer Nine Miles değil. Kariyerinin en yüksek yerinde prodüktöründen satın almış olduğu, şimdi müzeye dönüştürülen, Kingston Hope Road'daki ev, hiç değil. O yer, Jamaica başkentinin batı kıyısındaki semt Trench Town. Çocukluk ve delikanlılığını geçirdiği yer bu semtin vahşi ve hareketli sokaklarıydı. Bob Marley orada rasta ve sanatçı oldu. Düşüncesinin ve müziğinin koşulları oranın havasında hâlâ yaşıyor. Çöp yığınları ve sinekler, semt yoksullarının ancak varkalmayı sürdürebildikleri barakalarına götürdükleri kırık,dökük kümeleri... hepsi, tıpkı insanın hangi Üçüncü Dünya'nın hangi ülkesi, hangi perişan büyük şehrinde olursa olsun gördükleri gibi. Farklı olan, insanın burada sadece kir, açlık ve şiddetle sarsılıyor oluşu değil, ama her zaman, Claudel'in Rimbaud'un şiiri içinde bulunduğunu söylediği, bu "çılgınlık durumundaki dinsellik" ile de karşılaşıyor oluşu. "Juda'nın Arslanları"nın sakallı yüzlerinden, duvar ve tahta perdelerdeki habeş renklerinden, teneke çatı dalgalarından, rasta'ların futbol oynayacakları zaman altlarında saçlarını toparladıkları berelerden, o işiyor. Marley'i rasta'ya dönüştüren ve bir daha asla dönmeyeceği, terketmeyeceği mistik bir yolculuğa çıkaran, guru Mortino Plano idi. Ama bu sokaklarda çete üyesi, futbolcu ve külhanbeyi olarak sürten Bob Nesta Marley, genç adam olarak, ondan da önce bir çeşit Rimbaud olmalıydı: Meleki ve şeytani, kibar ve kaba, ham ve dahiyane. Tıpkı rastafari kültürü gibi reggae de Trench Town'daki kan ve terden ürüyor; içinde, Afrikalı ataların semti çevreleyen duvarların bir kalıntısını oluşturduğu köle pazarları için sürüklenerek uzaklaştırıldıkları kabile toplumunun en eski ritimleri harman ediliyor. Acı ve öfke, yüzyılların baskı ve sürünmelerinden sonra onda umudunu buluyor: safdil İncil okuma ve Afrika'ya ilişkin cennet fantezileriyle sarmalanmış mistik bir tasavvurdan doğan mesiyanik bir umud ve, ümitsiz ve narsisist bir, müziğin içinde buluşmak, onda kendini kaybetmek arzusu. 1970'lerde, The Wailers Kingston'daki o basit Stüdio One'da ilk plağını doldurduğunda, reggae, şarkı sözlerinde kavga ve isyana çağrı da olduğu için yetkililerin karşı koymasına rağmen, çoktan Jamaica'nın en popüler müziği olmuştu. Reggae'yi Bob Marley yaratmadı, ama ona aşikar, kazınıp anlamaz kişisel damgasını vurduğu gibi bir dini ritüel, politik evangel (müjde) katına yükseltti. Marley'in o müziğin içine üflediği o şiir halkını derinden etkiledi çünkü onun içinde kendi acılarını, ızdıraplarını, hayatlarını Babil hayatına çeviren binbir haksızlığı yeniden farkettiler. Ama Marley'in şiirinde aynı zamanda iyimser ve olanlara katlanmaya, sabra ikna edici temeller de vardı. Jah'ın seçilmiş kitlesine; uzun sınama günlerinin neredeyse sona erdiği ve hakedilmiş ülkeye gidecek olanlara, kurtuluşları yaklaşanlara ait olma bilinci.

Müziği halkında coşkular uyandırıyordu, çünkü Amerika'dan rock, caz, Trinidad'tan kalipso gibi müziklerin modern ritimleriyle olduğu kadar, kilise hayatının ilahi ve dans ritimleriyle de zenginleştirilmiş kendi geleneksel müzikleriydi. Bob Marley onlara yabancılar için anlaşılmaz olan bir Jamaica diyaleğiyie sesleniyordu. Temaları sokağın dövüşmeleri, gevezelikleri ve tutkularından alınmıştı, ama müşvik bir sevgi, mistik, sofuluk ile sarıp sarmalanmış olarak. Otantik sözcüğü bir sanatçı için kullanıldığında tehlikeli bir alt-ton kazanıyor: Hakikilik gerçekten var mıdır? Yetenekli bir kişi için söz konusu olan basit, teknik bir problem değil midir? Bob Marley için böyle değildi. Herhalükarda 1968'den, Mortino Plano ile konuşmalarından sonra kendini kesin olarak rastafari inancına vuruşundan itibaren, yazdığı şarkıların içine kendi saf inancını ve sokak çocuğu mistiğini, mesiyanik düşünü, müzikal becerisini, ateşli gayretini ve sesinin yabanıl yoğun figanını yerleştirdi. Aktif olduğu zamanda -60'lar ve 70'ler- dünyada başka birçok yetenekli sanatçı da olmasına rağmen, Marley, esinlendiricilik ve orjinalite bir yana, lekesiz bir otantikliğe sahip tek kişiydi. Bütün ayartmalara bir an olsun ikirciğe düşmeden karşı koydu.

Hatta -kanser vurgunu bir ayak parmağının kesilmesini kabul etmektense inançları doğrultusunda 36 yaşında ölmeyi yeğleyerek- dünyada en ayartıcı olanına: yaşamın kendisine. Çok zengin öldüğü bir gerçek -ardında 30 milyon dolar bıraktı-, ama kendisi bu zenginliğin tadını çıkarmadı. Hope Road'daki evi görüldüğünde (o, hızlı yükselişi mümkün hale getirdiğinde, kendine tanıdığı tek lükstü) insan, belli bir başarı kazanmış hangi şarkıcının olursa olsun eğilimleriyle kıyaslayarak, o lüksün ne kadar alçakgönüllü bir lüks olduğunu anlıyor. Bob Nesta Marley, fakir gençlik yıllarında olduğu kadar zengin şöhret yıllarında da, memnuniyeti her şeyden önce Trench Town'daki toz ve çöpün içinde buldu: orada bir futbol topuna vururken, kendini coşkulu ya da ağlayarak geriye, dünyaya döndüğü mistik bir hesaplaşmanın içine bırakırken, bir okul defterinin içine bir şarkı sözü çızıktırırken, gitarında yeni bir ezgi bulmaya çalışır ya da ganja'nın tatlıekşi duman bulutlarını ciğerlerine doldururken. Dostlarına olduğu gibi düşmanlarına karşı da müsrif denebilecek kadar cömertti. Hayatının en mutlu gününü, iktidardan düşürülmüş Haile Selassie'nin yakınlarına para ile yardım edebildiği gün yaşadı. Tanrı gibi inandığı o despotun ailesine. Afrika'ya gittiğinde, kıtanın kendi düşünce ve şarkılarında yeralan siyahların mistik kurtuluş ülkesi gerçeğini karşılamaktan çok uzak olduğunu farketmişti. Şarkıları ondan sonra, o pasifist ajitasyon ve maneviyatçı talep yoğunlaşırken, daha az "negritik", daha çok "ökumenik" oldular. O yoksul ve düşkünlerinin hayatlarının, din olmadan, nasıl sonsuz yoksul ve perişan bir hayat olacağını anlamak için, inançlı biri olmak gerekmiyor. İnsan aynı zamanda, halkların gereksedikleri dine sahip olduğunu da anlıyor.

Bir gün çocuklarımdan biri ve bazı okul arkadaşlarının rastafari çömezi olduklarını farkettiğimde, rasta'ların pitoresk dini " eşlemecilik"lerine (cyncretism), marihuana düşkünlüklerine, yemeğe karşı ürkütücü tutumlarına ve o "eğirilmiş" saçlarına karşı ağzıma ne gelirse söylemiştim. Ama benim çocuğum ve arkadaşları gibi imtiyazlı gençlerde kuşkusuz geçici bir moda, buharlaşıcı bir gençlik ateşi olan şey, Trench Town'un dertle, kederle gölgeli dar sokaklarında başka bir anlam kazanıyordu. Orada -ve St. Ann'ın irili ufaklı yoksul köylerinde- rastafari inanışı benim için, adaletsizlik ve ahlaki çözülmelere karşı derinden, müthiş etkileyici bir manevi dizge anlamına kavuşuverdi. Rasta'lar haklarında düşündüklerim ve yazdıklarım için beni bağışlasınlar. Bob Marley'in, müziğine hayranlığım bir yana, inanış ve düşüncelerine içten bir saygı duyduğumu belirtmek isterim.

Hiç yorum yok: