28 Ocak 2008 Pazartesi
Rastafari
Son Yugoslav Takımı
Özgün adı Football Against the Enemy olan ve futbolseverlerin başucu kitaplarından biri olan Simon Kuper’in eseri, ülkemizde orjinalinden çok daha etkileyici bir isimle okurların beğenisine sunulmuştu “Futbol asla sadece Futbol değildir”. Futbolseverlerin çok benimsediği bu isim; İskoçya, Arjantin, İspanya gibi ülkelerdeki etnik, dini, siyasi ya da sosyal durumlarla açıklanan ezeli rekabetler düşünülünce çok daha anlamlı oluyor. İşte bu sözün çok uyduğu ve hem tarihi hem coğrafi sebeplerle bize çok yakın olan bir ülke, bir futbol ekolü vardı bir zamanlar: Yugoslavya.
Tarih boyunca aralarında rekabet ve savaş eksik olmayan toplumlardan oluşan bu ülke, siyasi olarak kendine özgü bir model oluştururken futbolda da özlemle anılan bir ekolün yaratıcısı olmuştu. Futbol maçları, Tito döneminde hasıraltı edilen etnik ve politik sorunların alttan alta yaşatıldığı yerdi.
Sırbistan’da Kızılyıldız-Partizan rekabeti bir açıdan Tito sevenlerle Kralcıların kapışmasıydı. Ülkenin ikinci büyük kısmı olan Hırvatistan’da ise Dinamo Zagreb Hırvatların milli takımı gibiydi. Onun Sırp takımları ile olan maçları aslında gizli bir Sırbistan-Hırvatistan rekabeti idi. Yugoslavya’nın küçük ortakları da kendi takımlarıyla seslerini duyuruyordu. Olimpija Ljubljana Slovenlerin gururuydu. Jeljo lakaplı Zeleznicar ise Bosna’nın.
Makedonya için ise Vardar Skopje. Ülkenin dağılmasının ardından kendi liglerinde şampiyonluğa ambargo koyan bu takımların birbiriyle yaptıkları maçlar, insanların etnik ve politik kimliklerini kendilerince ortaya koydukları mitinglerdi aslında. Çok teknik bir oyun stili olan Yugoslav futbolcuların mantalitesini bir gazeteci şöyle anlatıyor. “ Ben şuyum sen ise busun. Bak şimdi sana bir çalım atıyorum ve pasımı veriyorum ama birazdan gel bir çalım daha atacağım sana”. 1973 yılında Kızılyıldız-Liverpool maçında bu ekolle tanışan Kevin Keegan şöyle diyordu. “ top adeta tutkalla ayaklarına yapışık. Bilekleri sanki 360 derece dönüyor”.
Milli takımlar seviyesinde sık sık büyük şampiyonalara katılan Yugoslavya, 1960 ta Avrupa ikincisi, 1962 de ise Dünya dördüncüsü olmuştu. Kulüpler bazında Dinamo Zagreb 1967 de Avrupa Fuar şehirleri kupasını Leeds united’ı 2-0 yenerek kazanmıştı. Kızılyıldız ve Hajduk Split başta olmak üzere Avrupa’nın büyüklerine kök söktürüyordu Yugoslav kulüpleri.
Hikâyemizin asıl başladığı yıl ise 1987. Trikotaj ile bir ilgisi olmadığı halde sürekli ağ ören kaderin, Yugoslavya’nın başına çorap örmeye başladığı tarihti 1987. Aynı zamanda Yugoslavya’nın altın jenerasyonunun ortaya çıkıp ilk patlamasını yaptığı yıldı. Sırbistan komünistlerinin liderliğini ele geçiren Slobodan Milosevic Sırp milliyetçiliğini temel ideoloji haline getirirken sonradan adını çok duyacağımız gençlerle dolu Yugoslav genç takımı 1987 ekiminde U-20 dünya gençler futbol şampiyonası için Şili’ye gidiyordu.
Davor Suker, Zvonimir Boban, Dragoljub Brnovic, Predrag Mijatovic, Robert Prosinecki, Robert Jarni gibi isimlerlerle Yugoslav genç milli takımı mükemmel bir futbol oynuyordu. İlk turda Şili’yi 4-2, Avustralya’yı 4-0 ve Togo’yu 4-1; çeyrek finalde Brezilya’yı ve yarı finalde Doğu Almanya’yı aynı skorla 2-1, finalde ise Federal Almanya’yı 1-1 biten maç sonunda penaltılarla yenerek dünya şampiyonu oluyordu. Sahaya Levkovic, Jankovic, Brnovic, Jarni, Boban, Pavlicic, Pavlovic, Petric, Skoric, Mijatovic, Suker onbiriyle çıkan Yugoslavya’nın tek golünü Boban atarken Davor Suker tıpkı 1998 deki gibi 6 golle gol krallığını kazandı.
Artık Yugoslav futbolunu Avrupa’nın zirvesine çıkaracak altın jenerasyon bulunmuştu. 1988 Avrupa şampiyonasına katılamayan Yugoslavya, 1990 dünya kupası elemelerinde İskoçya, Fransa, Kıbrıs Rum kesimi ve Norveç in arasından yenilgisiz 1. olup dünya kupası bileti aldı. Ama 1987-1990 arasındaki dönemin asıl olayı Kızılyıldız idi. Elsner, Jankovic, Stojkovic, Pancev, Prosinecki, Savicevic, Binic ve Beşiktaş formasını da giyen Mrkela gibi olağanüstü oyunculara sahip Kızılyıldız bu dönemde lig şampiyonluğuna ambargo koyarken 1989 Avrupa şampiyon kulüpler kupası şampiyonu Milanı şanssız biçimde elinden kaçırmıştı.
İtalya’da oynanan ilk maçtan Stojkoviç’in golü ile 1-1 beraberlik ile dönen takım, rövanş maçında Saviçevic’in attığı golle maçı uzun süre 1-0 önde götürüyordu. Oyunun sonuna doğru sis yüzünden maç tatil edilince Milan ucuz kurtulur. Rövanş maçı daha da trajik geçer. 120 dakikası yine 1-1 biten maçta İtalyanlar sonlara doğru yarı sahayı bile geçemez bir haldeyken penaltılarla kazanır ve tur atlarlar. O sezon Milan’ın yarı finalde Real Madrid’i 5-0, finalde Steaua yı 4-0 yenerek güle oynaya şampiyon olduğunu düşünürsek Kızılyıldız’ın gücünü ve Milan’ın nasıl bir beladan kurtulduğu daha iyi ortaya çıkar.
1989-1991 dönemi, ülkede siyasi ve etnik tartışmaların artık dönülmez bir noktaya girdiği dönemdir. Yugoslavya son 2 yılına girerken, az da olsa umutlu insanların umudunun kırılacağı olay yine bir futbol maçında gerçekleşti. 13 Mayıs 1990’dır günün tarihi. O gün Dinamo Zagreb ve Kızılyıldız arasında sıkı bir maç vardı Zagreb’de. Daha sonra iç savaşın kötü şöhretli isimlerinden biri olacak olan arkan lakaplı Zeljko Raznatovic liderliğindeki deliler anlamına gelen Delije yani Kızılyıldız’ın fanatik taraftarlarının taşkınlıkları ve ardından Hırvat seyircilere saldırması, Dinamo taraftarının da karşılık verip sahaya girmesiyle film kopar.
Her şey o sırada ısınmakta olan futbolcuların önünde yaşanırken Sırp polislerinin sert bir şekilde Dinamo seyircisine müdahalesi bir anda futbol tarihine olmasa da Hırvat tarihine bir süper kahraman kazandırır. Henüz milli takım formasını giymeye başlayan, 1987 deki takımdan çok yetenekli bir isim, Hırvat seyircileri coplayan bir polise uçan tekme atınca ülkenin gündemine oturur. İronik olarak bu tekmeyi atan kişi 3 yıl önce dünya gençler şampiyonası finalinde attığı golle ülkesine şampiyonluk kazandıran kişidir. Daha o zamanlar bile Yugoslav milli marşı için “ o benim marşım değil. Hiçbir zaman da olamayacak” diyen biri. Zvonimir Boban. 3 yıl önce şampiyonluk getiren bacağı 3 yıl sonra belki de Sırp-Hırvat savaşını başlatıyordu.
Hırvat seyircilerin gözünde ilahtı artık. Ama bu tekmenin cezasını 1990 dünya kupasına gidememekle ödeyecekti. O gün sahada polisten dayak yiyen Dinamo taraftarları ise, iç savaşta Hırvat ordusunun çekirdeği olacaktı. Bugün yolu Dinamo Zagreb in stadına düşenler bir grup asker heykeli görecektir. Önünde ise şöyle bir yazı var. “13 Mayıs 1990 da burada Sırbistan’a karşı bağımsızlık savaşını başlatan bu kulübün taraftarlarına”.
Milli takım bu koşullar altında 1 ay sonra dünya kupası için İtalya’ya gitti. 1987 nin gençleriyle Zlatko Vujovic, Srecko Katanec, Dejan Savicevic, Saffet Susic gibi yeteneklerin İvica Osim emrinde bir araya geldiği takım, kadrosuna bakınca rakiplerine korku veriyordu. Gruptaki ilk maç Federal Almanya karşısında felaketle sonuçlanacaktı. Matthäus önderliğindeki almanlar blitzkrieg tarzı bir oyunla 4-1 lik farka giderken Beckenbauer’i diplomasız diye eleştiren Alman basını bundan sonra takımlarından panzerler diye bahsedecekti. İkinci maçta turnuvanın renkli takımlarından Valderrama’nın Kolombiya’sını 1-0 yenen Yugoslavya son maçta Birleşik Arap emirliklerini 4-1 yenerek 2. tura çıktı. Ardından İspanya’yı Stojkovic in golleriyle 2-1 yendi.
Ama çeyrek finalde Maradonalı Arjantin’in penaltı kurtarma uzmanı kalecisi Goycoechea’ya takılıp penaltılarla elendiler. Takım ilk maç hariç güzel bir futbol oynayıp çeyrek finale kadar çıkmıştı. Ufuktaki 1992 Avrupa şampiyonasına umutla bakılıyordu. Ama kaderin ördüğü çorap artık bitmek üzereydi.
1990/1991 sezonu Yugoslav futbolunun altın yılı olurken, altın jenerasyonun da ülkenin de dağıldığı yıl olacaktı. Aynı dönemde basketbol ekibi 1990 da dünya şampiyonu 1991 de Avrupa şampiyonu olmuştu. Ama sporda zirveye tırmanan ülke uçurumun kenarındaydı. 2 sene önce Avrupalıların cep telefonlarına çağrı bırakan ama cevap alamayan Kızılyıldız, 1990/1991 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler kupasında sırasıyla Grasshoppersı 1-1 4-1, Glasgow Rangers’ı 3-0 1-1, Dinamo Dresden’i 3-0 2-1 ve Bayern Münih’i 2-1 2-2’lik sonuçlarla geçip, 29 mayıs 1991 de Bari’nin San Nicola stadında Avrupa’nın en büyüğü olmak için Marsilya’nın karşısına çıktı. Aslında tarihi bir gündü o gün. Avrupa Şampiyon kulüpler kupasının son maçıydı.
Bir sezon sonra şampiyonlar ligi başlayacaktı. Kızılyıldız sahaya Stojanovic, Sabanadzovic, Jugovic, Belodedici, Najdoski,Marovic, Savicevic, Prosinecki, Mihajlovic,Binic, Pancev onbiriyle çıkarken tribünlerde Sırp milliyetçiliği alev almıştı.
Çünkü çok kısa bir süre önce Hırvatistan ve Slovenya bağımsızlık kararı almış, Hırvatistan’da ise Sırp-Hırvat savaşı başlamıştı. Maçtan önce oyuncular soyunma odasında maçı değil savaşı ve ülkelerinin geleceğini konuşuyordu. Belki de bu yüzden maç boyunca alışılmışın aksine defansif bir oyun oynayan Kızılyıldız maçı penaltılarla kazandı. Yugoslav futbolunun doruk noktasıydı bu.
Darko Pancev’in son penaltısıyla Kızılyıldız Avrupa’nın en büyüğü olmuştu. Milli takımda da işler iyiydi. 1992 Avrupa şampiyonası elemelerinde Danimarka, Avusturya, Kuzey İrlanda ve Faroe adaları ile eşleşen Yugoslavlar maçlarını futbol ve gol şov yaparak bir bir kazanıyor ve final vizesi alan ilk takım oluyordu. Her ne kadar İsveç’e gidemese de.
Yugoslav futbolu artık başarının ve gücünün zirvesindeydi. Ama çok kısa sürecekti bu rüya. Her şey olduğu gibi devam etse belki hem kulüpler hem de milli takım seviyesinde Avrupa’yı dağıtacak gibi görünen altın jenerasyon başka başarı kazanamayacaktı. Bunun sebebi ise politikaydı. 1991’in ikinci yarısında ülke artık dağılmış, sırp-hırvat savaşı ise topyekün bir safhaya girmişti. Artık Sloven ve Hırvat oyuncular milli takımda yoktu. 13 kasım 1991 günü son resmi maçına çıkan Yugoslavya Viyana’da Avusturya’yı 2-0 yenerken, Tuna nehri kıyısında Vukovar isimli şehirde bir ev hem Sırpların hem Hırvatların saldırısına uğruyordu. Sinisa Mihailovic in eviydi bu ev. Annesi hırvat babası sırp olan ve bu yüzden her iki tarafın da düşman gördüğü birinin evi.
Eski Yugoslavya son kez 25 Mart 1992 de özel bir maçta Hollanda’ya karşı oynarken iç savaş Bosna’ya sıçramış ve ülke artık tarihin çöplüğüne gitmişti. Tüm yıldız futbolcular teker teker ülkeden ayrılıyor ve Avrupa’nın büyük takımları tarafından havada kapılıyordu. 1992 Avrupa şampiyonasına gelen, artık Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya milli takımı Bosna’da ki savaş nedeniyle kupadan ihraç edilirken, onların yerine grup ikincisi olduğu için kupaya çağrılan Danimarka Avrupa şampiyonu oluyordu. Slovenya, Makedonya ve Hırvatistan kendi milli takımlarını kurarken daha düne kadar aynı takımda oynayan ve ülkeye Futbolda altın yıllarını yaşatan futbolcular artık rakip ve üstelik savaş halinde olan ülkelerin futbolcularıydılar.
Bundan sonraki dönemde ise Sırplardan kurulu Yugoslavya (Sırbistan-Karadağ) ve Hırvatistan, kısmen de Slovenya uluslararası arenada söz sahibi olurken diğerleri ise eleme maçlarında son sıralara mahkum oluyordu. Parasızlık nedeniyle endüstriyel futbolla baş edemeyen, yetiştirdiği yıldızları başka takımlara satan eski Yugoslav kulüpleri Avrupada artık sıradan ekipler oldu. Kendi sınırlarına tıkılıp kalan ulusal ligleri ise eski heyecan ve kaliteden uzak.
1987 de temeli atılan ve 4 yıl boyunca büyük başarılara imza atan Yugoslavya’nın altın jenerasyonunu oluşturan isimler daha sonra futbol yaşamlarını Avrupa’nın en büyük takımlarında sürdürdüler. Hemen hemen hepsi jübilesini yaptı. Aynı ülkede top oynayanlar bir araya geldiklerinde eski günleri anarken politikacılar ise eskinin tüm izlerini silmekle meşguldü. Eskiden Hırvat kimliğinin takımı olan Dinamo Zagreb’in adı devlet başkanı Franjo Tudjman tarafından Croatia Zagreb olarak değiştirilirken, çoğu savaş gazisi olan Dinamo taraftarları bu durumu protesto ediyor, maçlara gitmiyordu. “Dinamolu olmak Hırvat olmaktır” diyenlere Franjo Tudjman şöyle cevap veriyordu: “ Dinamo Zagreb’i isteyenler Sırbistan’a gitsin.”
Sonu Yugoslavya’nın sonuyla örtüşen, Türk futbolunun gelişiminde hem futbolcuları hem de teknik direktörleriyle pay sahibi olan Yugoslav futbolunu ve Yugoslav ekolünü bir kez daha anarken, bu merhum ülkeyi en güzel ifade eden bir sözü, Tanıl Bora’nın sözünü hatırlamakta fayda var. Şöyle diyor Tanıl Bora: “Sosyalizm adına sahiden özgürleştirici bir alternatifin, “milli mesele”de milliyetçiliği aşan, sahiden entarnasyonalist ama yerli/milli bir modelin kıyısında gezinirken; bildik reel sosyalizmle bildik kapitalizm arasında bocalayıp, en bildik milliyetçiliğin sularına gömülen bir ülkenin acısı…”
Ve böyle futbolcuları, onların yaratıcı, göze hoş gelen teknik futbollarını bir daha göremeyecek olan futbolseverlerin üzüntüsü…
27 Ocak 2008 Pazar
R.İ.P Gabriele Sandri
En basit haliyle Sandri; egemen medyanın yansıtmaya çalıştığı profilin çok uzağında bir insandı. Futbolu futbol olduğu için seven, hepimizin özlediği, mahallenin en şık abilerinin oyununu, o sevdiğimiz aradığımız ama endüstri içinde kaybettiğimiz futbolu seven, oyunun bu bozulmamış halini bi yerlerde bulabileceğine inanan, toprak sahada dizlerimizi kanatarak kana kana oynadığımız ve oynamak için iki taş ile basit bir meşin yuvarlağın yettiği basit sokak futbolunu özleyen , endüstriyel futbol karşıtı bir taraftardı .Bu nedenledir ki dünyanın heryerinde oyunu kurtarmak için mücadele veren ultras oluşumlar Sandri için, pankartlarıyla omuz omuza saf tuttu. Türkiye'nin UltrAslan'ıda mabedleri kapalı tribünde R.İ.P Sandri dedi kilometrelerce uzakta karlı kaplı Norveç'in Rosenborg tayfasıda. Salt bir taraftar olarak Sandri'nin; Sicili tertemizdi. Dünyaya bizim gibi sol duyusuyla bakmaya çalışanların ve hayata nasıl bakarsanız futbolada öyle bakarsanız düsturuyla oyunun politik arka planını gözardı etmeyenlerin asla sevemeyeceği bir takım olan mussolini'nin SS Lazio'sunun taraftarı olmasına karşın Sandri; bir tane dahi sabıkası bulunmayan(bulunsa ne farkeder ki?), irricudibilinin içine mevzilenmiş otonom neo nazi oluşumlarla uzaktan yakından bağı bulunmayan(bağı bulunsa dahi ortak ultras duruş gereği yine kollektif olarak tüm gruplar onun yanında olurdu) , 26 yasinda, deplasmanlara sık hatta hiç gitmeyen,kendi halinde dj'lik yapan, ailesi hayalleri kurmaya çalıştığı bir yaşamı olan, ortalama gelir seviyesine sahip bir italyandi. Tek günahı futbolu sevmek ve maçları hepimize dayatılan adeta tribünden çok kapitalizmin reklam panolarına dönmüş lüks localardan oturarak maç izleme zorlamasına karşı çıkarak, Curva'lardan maç izlemek olan bir insandı.. Polis cinayete kaza süsü vermek için olayın kargaşa esnasında kazayla patlayan bir kurşunun sekmesiyle gerçekleştiğini savundu . Oysa binlerce insanın önünde polis önce jop sonra biber gazı arkasından silah kullanarak kitlelerin üzerine gelmiş son aşamada ise sandri birebir hedef alınarak kurşunlanıp öldürülmüştü.
Yaşanan süreçte; tüm bu bilgi karmaşası ve farklı yorumlar içerisinde tartışılmaz olan tek bir gerçek vardı. Televizyonların kar zarar hesaplarına dayalı finans ölçümleriyle yaşayan, şifreli kanallar yoluyla ele geçirdikleri ''herkesin eşit imkanlarla futbol izleme hakkını'' ortaklaşa protesto eden , stadlardan polisin çekilmesini isteyen, Curva'ların (ultras grupların toplandığı kale arkaları)hergün artan bilet fiyatlarını ortaklaşa protesto edip bir lazio roma derbisinde veya inter milan maçında birbirilerinden ölesiye nefret etseler bile ortak kararla stadı ortaklaşa boş bırakan , bahis şirketlerinin spekülasyonlarına karşı bahissiz futbol manifestosunu benimseyen , formaların eski klasik ve düz hale gelmesini talep ederek fakir takımları daha fakir zengin takımları daha zengin yapan sponsorluk anlaşmalarına karşı kendi klüpleri zenginler liginde yer alsa bile yönetimlerini ısrarla protesto eden ultras'lar için Sandri'nin öldürülmesinin tek bir anlamı var ; İSYAN!. Bu isyanın simgesi Sandri; Lazio'nun can düşmanı italya'nın sosyalist takımı Livorno'nun otonom marksist gruplarından tutunda, yine sandri'ni taraftarı olduğu lazio'nun ezeli rakibi ve ebedi düşmanı başkentin büyüğü AS Roma'nın taraftar derneklerinin Lazio'lu sandri'nin tabutuna sarı kırmızı atkılarını sarıp güllerle donatmasına kadar büyüyen bir ortak refleks geliştirmiştir. Bir pankartı çaldırdıkdan sonra onurlu bir duruş göstererek biz klüp yönetimlerinden yardım almayız diyerek tribünlerden çekilen koreorafi şampiyonu AC Milan'ın FDL'sine kadar herkes Sandri'nin cenazesinde ortak saf tutrarak tüm dünyaya futbolun gerçek sahibinin hala sokaktaki insan olduğunu göstermiştir.. Sandri olayı tıpkı vincenzo olayı gibi ;''başka bir futbol mümkün'' diyerek 68 paris'inde barikat arkasına kazınmış ''gerçekçi ol imkansızı iste'' düsturunu yaşamlarının baş öznesi yapan Ultras'ların topyekün isyanına dönüşmüştür. Sandri vakkası bir milattır ve Liverpool'un efsane menejeri Shankly'nin bir zamanlar söylediği gibi ''futbol bir ölüm kalım meselesi değil çok daha ötesidir.''...
Sensible Soccer
Irvine Welsh
1958 doğumlu iskoç yazar. 93 yılında basılan kült romanı trainspotting den sonra yazdıkları ilkinin başarısını yakalayamamış olsa da welsh ingilterede generation x in sözcüsü ve edebiyatta 90 lı yıllarda ortaya çıkan iskoç hareketinin en önemli isimlerinden kabul edilir. Extacsy, Acid House, Trainspotting ve Porno (Trainspotting 2) romanları gönüllerde taht kurmuş şekilli bi abimizdir kendileri..
kendisi için; britanya işçi sınıfının gür sesi, pub insanı, futbol ve elektronik müzik tutkunu sıkı kalem. trainspotting ve porno mucizelerinin yaratıcısı, halkıyla yüzleşmiş özeleştirisini yapmış insan diyebilirim . Porno isimli romanı Türkiye'de toplatılmış ve beni hiç şaşırtmamıştır. Bir kitabın kapağını dahi açmadan içeriğine bakmadan - ki içeriği porno olsa ne olur porno ayıp yasak bi şey midir ? ayrı mesele - kitap yasaklayan zihniyet hala yaşamaktadır , acıdır. Kendisi Trainspotting olayında Begbie karakterini bizlere kazandırdığı için bile alkışı hakeder.
This Is England
Manifesto
Kanadı Kırık Melek
'' otoriteden, faşistlerden, polisten , zabıtadan korkmayız; sadece ve sadece kendi beyin hücrelerimizden korkarız. gri hücrelerimizi zaptetmek, sakinleştirmek için uğraşırız. havalandırmalı yerleri sevmeyiz. üç öğün yemek yemeyiz. 40 cc su yeter bize, çok sık yıkanmayız, ama kokmayız da. kedi köpek besler , onlara da kafa yaptırırız. dans ederken birbirimizi ezeriz. güzel söveriz , terminolojimiz geniştir. sigara dumanını içimize kadar çekeriz. aklımız bel altına kaymayacak kadar yukarda takılır. acı eşiğimiz yüksektir. şişe bira içer, etiketini yırtarız. meslek odamız, sendikamız, grev hakkımız yoktur. tırnaklarımız ve saçlarımız uzun ve kirlidir. yazın bile uzun kollu giyeriz. nöbetci eczaneleri muhakkak biliriz. cocukları, delileri, tinercileri, dilencileri, cingeneleri severiz. tekel'e cok şey borçluyuz , ama tekel bize daha çok şey borçlu. wc'ye giren arkadaşımızı bir daha göremeyebiliriz. sevgi denildiğinde kitleniriz. 'size söylüyorum, biz ölmeyiz' diye şarkılar söyleriz. insana ait olan hiçbir şey bize yabancı değil, hele ölüm hiç değil. günaydın, tünaydın, hanfendi, beyfendi, rica etsem gibi kelimeleri yaşamayız. öbür taraf varsa, orda muhteşem konserler olmalı, morrison, hendrix, cobain bizi bekliyor. ayık ya da değil, yaratıcıyız ama cesedimizle bile baş edemeyeceksiniz. vergi ödemez, oy vermez, fiş almayız; çünkü hiçbir torbacı yazar kasa kullanmaz. kısacası milyonlarcası ölmüş gri hücrelerimizle bile sizden çok daha farklıyız...''