28 Ocak 2008 Pazartesi

Banksy Rullaz


Guerilla Art'S... Banksy hacks the Wall..




Rastafari


1955'te Cromwell'in güçleri Jamaica'ya saldırıp durdurulabilecek gibi görünmediğinde, İspanyol kolonistler kölelerinden 1500'ini serbest bırakmışlar ve köleler orman içinde kayboluvermişlerdi. Takibeden çalkantılı yüzyıllardan sonra bir ad: Maroons (dmarron''dan : firarı) ve boyuneğmezlikten oluşan bir hale ile donanmış olarak geri döndüler. "Negritute"nin vaizi Marcus Garvey, 1987'de, bu ehlileştirilemez soydan doğacaktır. Onun siyahların Afrika'ya geri dönecekleri öğretisi olmadan, rastafari kültürü Jamaica dışına asla ulaşamaz; O olmadan, Bob Nesta Marley, bugün bilinen Bob Marley olamazdı.
Tarihçiler hemfikir olmasalar da, genelde, Marcus Garvey'in "Bir siyah kralın taç giyeceği Afrika'ya bakın. O kurtarıcıdır!" kehanetinde bulunduğu kabul edilir. Yıllar sonra, 1930'da, Etiyopya'da Ras Tafari Makonnen (Haile Selassie) hükümdar ve Negus (Kralların kralı) olarak iktidara geldi. Bundan kısa bir süre sonra da, yüzünün ilahileştirilmiş "tasvirleri" Jamaica gettolarının duvarlarında, köylerinin ağaçları ve çatılarında Etiyopya bayrağının yeşil, kırmızı ve sarı renkleriyle yanyana boygöstermeye başladı. Bu yeni dini hareketin taraftarları halkın içinden geliyordu ve öğretileri basitti: Jah (Yehova'nın kısaltılmış bir biçimi) bir gün gelip siyahları Babil'den (beyazların günah ve gaddarlıkla hüküm sürdükleri bu Batı dünyasından) geriye, Afrika'ya götürecekti.

Jah Addis Abeba'da hükümdar olarak vücut bulduğuna göre, zaman gelip çatmıştı. Rasta'lar alkol, tütün, et kabuklu deniz hayvanları, tuz yemiyor içmiyor, Eski Ahit'teki saç, sakal, hatta tırnak kesmeme kurallarını izliyorlardı. Ayin ve rimelleri ganja -kutsal bitki; bizzat mezarında yetiştiği Hz. Süleyman tarafından bağışlanan- marihuana çerçevesinde biçimlendiriliyor. Bob Nesta Marley hayatının ilk rasta'sını 1945'de doğduğu küçük Nine Miles köyünde görmüştü. Siyah bir anne ile, onla evlenmiş ama kısa bir süre sonra terketmiş beyaz bir babadan doğmuştu. Melez oğlan, köylüleri onlarla eğlendiren allahbağışlasın bir hikayeci olan mahalli "derviş"in habeşlerin kralı Papaz Juan hakkındaki ortaçağ hikayelerini büyülenerek dinlemişti. Başında bir yılan yuvası taşıyordu derviş; bulutlu bakışları, yürümüyormuş da havada salınıyormuşca devinimleri vardı.
O zaman bu görünüm çocuğu korkutmuş, gece düşüne girmişti. Rastafari kültü'ne geçişi hayli zaman sonra oldu. Nine Miles o zamandan bu yana neredeyse hiç değişmemiş. Hâlâ sarp bir yamaçta, aşağıdan sonsuzmuşca uzayan yılankavi bir şoşeyle tırmanılan küçük, adi bir köy. Melez oğlanın doğduğu tahta baraka yok artık. Yerinde yeni, beton bir inşaat var ve kapı eşiğine birkaç kök ganja ekilmiş. Mezarı çok daha yukarıda, sadece yürüyerek tırmanılan bir başka tepede. Söylenildiğine göre, o yaslı gömü gününde insan buradan, birkaç kilometre uzanan insan selini görebiliyormuş. "Şuradaki, üzerinde oturup meditasyon ve beste yaptığı taş. Şurada da gitarı korunuyor." İçinde adak kabilinden fotoğraf, gazete dergi kupürleri, günce sayfaları, flamalar, vb. nin asılı olduğu çıplak ayakla girilen anıtını, Etiyopyalılarca dokunmuş bir kilim süslüyor. Ve arabasının arması: bir BMW. Bu markayı yeğlemişti, çünkü harfler kendilerini ve meşhur olduğu gurubu simgeliyordu: The Wailers! Bize rehberlik eden rasta, tıpkı yolda küçük kamyonumuza atlayıveren Kuzey Amerikalı çift gibi, içerde marihuanasından ayindeymişcesine nefesler çekiyor. Anıtın ziyaret programı içinde, kutsal bitki ile dolu tarlalar arasında bir gezinti de yeralıyor. Yasalara göre Jamaica'da marihuana yasak olduğundan, rehbere polisin nasıl tepki gösterdiğini soruyorum. Omuzlarını silkiyor: "Bazan gelip tarlalardan söküyorlar. Yerlerine yenileri yetişiyor topraktan. Bitki değiller mi onlar?!". Yasak tamamen formalite. Birkaç gün önce Ocho Rios'ta bir Reggae Bashi olmuştu, bir açıkhava konseri, terazilerle kurutulmuş ganja satıldı, yada spliffs için sarılmış olarak. Gözler önünde, apaçık yapıldı bu, satıcılar mallarını gazoz yada bira satarmışca sunuyorlardı. Jamaica'da bana da marihuana teklif edilmeyen ya da içen birini görmemiş olduğum bir kamusal yere rastlamadım. Ve içenler sadece rasta' lar değillerdi. Ama insanın Bob Marley bilmecesinin anahtarını arayacağı yer Nine Miles değil. Kariyerinin en yüksek yerinde prodüktöründen satın almış olduğu, şimdi müzeye dönüştürülen, Kingston Hope Road'daki ev, hiç değil. O yer, Jamaica başkentinin batı kıyısındaki semt Trench Town. Çocukluk ve delikanlılığını geçirdiği yer bu semtin vahşi ve hareketli sokaklarıydı. Bob Marley orada rasta ve sanatçı oldu. Düşüncesinin ve müziğinin koşulları oranın havasında hâlâ yaşıyor. Çöp yığınları ve sinekler, semt yoksullarının ancak varkalmayı sürdürebildikleri barakalarına götürdükleri kırık,dökük kümeleri... hepsi, tıpkı insanın hangi Üçüncü Dünya'nın hangi ülkesi, hangi perişan büyük şehrinde olursa olsun gördükleri gibi. Farklı olan, insanın burada sadece kir, açlık ve şiddetle sarsılıyor oluşu değil, ama her zaman, Claudel'in Rimbaud'un şiiri içinde bulunduğunu söylediği, bu "çılgınlık durumundaki dinsellik" ile de karşılaşıyor oluşu. "Juda'nın Arslanları"nın sakallı yüzlerinden, duvar ve tahta perdelerdeki habeş renklerinden, teneke çatı dalgalarından, rasta'ların futbol oynayacakları zaman altlarında saçlarını toparladıkları berelerden, o işiyor. Marley'i rasta'ya dönüştüren ve bir daha asla dönmeyeceği, terketmeyeceği mistik bir yolculuğa çıkaran, guru Mortino Plano idi. Ama bu sokaklarda çete üyesi, futbolcu ve külhanbeyi olarak sürten Bob Nesta Marley, genç adam olarak, ondan da önce bir çeşit Rimbaud olmalıydı: Meleki ve şeytani, kibar ve kaba, ham ve dahiyane. Tıpkı rastafari kültürü gibi reggae de Trench Town'daki kan ve terden ürüyor; içinde, Afrikalı ataların semti çevreleyen duvarların bir kalıntısını oluşturduğu köle pazarları için sürüklenerek uzaklaştırıldıkları kabile toplumunun en eski ritimleri harman ediliyor. Acı ve öfke, yüzyılların baskı ve sürünmelerinden sonra onda umudunu buluyor: safdil İncil okuma ve Afrika'ya ilişkin cennet fantezileriyle sarmalanmış mistik bir tasavvurdan doğan mesiyanik bir umud ve, ümitsiz ve narsisist bir, müziğin içinde buluşmak, onda kendini kaybetmek arzusu. 1970'lerde, The Wailers Kingston'daki o basit Stüdio One'da ilk plağını doldurduğunda, reggae, şarkı sözlerinde kavga ve isyana çağrı da olduğu için yetkililerin karşı koymasına rağmen, çoktan Jamaica'nın en popüler müziği olmuştu. Reggae'yi Bob Marley yaratmadı, ama ona aşikar, kazınıp anlamaz kişisel damgasını vurduğu gibi bir dini ritüel, politik evangel (müjde) katına yükseltti. Marley'in o müziğin içine üflediği o şiir halkını derinden etkiledi çünkü onun içinde kendi acılarını, ızdıraplarını, hayatlarını Babil hayatına çeviren binbir haksızlığı yeniden farkettiler. Ama Marley'in şiirinde aynı zamanda iyimser ve olanlara katlanmaya, sabra ikna edici temeller de vardı. Jah'ın seçilmiş kitlesine; uzun sınama günlerinin neredeyse sona erdiği ve hakedilmiş ülkeye gidecek olanlara, kurtuluşları yaklaşanlara ait olma bilinci.

Müziği halkında coşkular uyandırıyordu, çünkü Amerika'dan rock, caz, Trinidad'tan kalipso gibi müziklerin modern ritimleriyle olduğu kadar, kilise hayatının ilahi ve dans ritimleriyle de zenginleştirilmiş kendi geleneksel müzikleriydi. Bob Marley onlara yabancılar için anlaşılmaz olan bir Jamaica diyaleğiyie sesleniyordu. Temaları sokağın dövüşmeleri, gevezelikleri ve tutkularından alınmıştı, ama müşvik bir sevgi, mistik, sofuluk ile sarıp sarmalanmış olarak. Otantik sözcüğü bir sanatçı için kullanıldığında tehlikeli bir alt-ton kazanıyor: Hakikilik gerçekten var mıdır? Yetenekli bir kişi için söz konusu olan basit, teknik bir problem değil midir? Bob Marley için böyle değildi. Herhalükarda 1968'den, Mortino Plano ile konuşmalarından sonra kendini kesin olarak rastafari inancına vuruşundan itibaren, yazdığı şarkıların içine kendi saf inancını ve sokak çocuğu mistiğini, mesiyanik düşünü, müzikal becerisini, ateşli gayretini ve sesinin yabanıl yoğun figanını yerleştirdi. Aktif olduğu zamanda -60'lar ve 70'ler- dünyada başka birçok yetenekli sanatçı da olmasına rağmen, Marley, esinlendiricilik ve orjinalite bir yana, lekesiz bir otantikliğe sahip tek kişiydi. Bütün ayartmalara bir an olsun ikirciğe düşmeden karşı koydu.

Hatta -kanser vurgunu bir ayak parmağının kesilmesini kabul etmektense inançları doğrultusunda 36 yaşında ölmeyi yeğleyerek- dünyada en ayartıcı olanına: yaşamın kendisine. Çok zengin öldüğü bir gerçek -ardında 30 milyon dolar bıraktı-, ama kendisi bu zenginliğin tadını çıkarmadı. Hope Road'daki evi görüldüğünde (o, hızlı yükselişi mümkün hale getirdiğinde, kendine tanıdığı tek lükstü) insan, belli bir başarı kazanmış hangi şarkıcının olursa olsun eğilimleriyle kıyaslayarak, o lüksün ne kadar alçakgönüllü bir lüks olduğunu anlıyor. Bob Nesta Marley, fakir gençlik yıllarında olduğu kadar zengin şöhret yıllarında da, memnuniyeti her şeyden önce Trench Town'daki toz ve çöpün içinde buldu: orada bir futbol topuna vururken, kendini coşkulu ya da ağlayarak geriye, dünyaya döndüğü mistik bir hesaplaşmanın içine bırakırken, bir okul defterinin içine bir şarkı sözü çızıktırırken, gitarında yeni bir ezgi bulmaya çalışır ya da ganja'nın tatlıekşi duman bulutlarını ciğerlerine doldururken. Dostlarına olduğu gibi düşmanlarına karşı da müsrif denebilecek kadar cömertti. Hayatının en mutlu gününü, iktidardan düşürülmüş Haile Selassie'nin yakınlarına para ile yardım edebildiği gün yaşadı. Tanrı gibi inandığı o despotun ailesine. Afrika'ya gittiğinde, kıtanın kendi düşünce ve şarkılarında yeralan siyahların mistik kurtuluş ülkesi gerçeğini karşılamaktan çok uzak olduğunu farketmişti. Şarkıları ondan sonra, o pasifist ajitasyon ve maneviyatçı talep yoğunlaşırken, daha az "negritik", daha çok "ökumenik" oldular. O yoksul ve düşkünlerinin hayatlarının, din olmadan, nasıl sonsuz yoksul ve perişan bir hayat olacağını anlamak için, inançlı biri olmak gerekmiyor. İnsan aynı zamanda, halkların gereksedikleri dine sahip olduğunu da anlıyor.

Bir gün çocuklarımdan biri ve bazı okul arkadaşlarının rastafari çömezi olduklarını farkettiğimde, rasta'ların pitoresk dini " eşlemecilik"lerine (cyncretism), marihuana düşkünlüklerine, yemeğe karşı ürkütücü tutumlarına ve o "eğirilmiş" saçlarına karşı ağzıma ne gelirse söylemiştim. Ama benim çocuğum ve arkadaşları gibi imtiyazlı gençlerde kuşkusuz geçici bir moda, buharlaşıcı bir gençlik ateşi olan şey, Trench Town'un dertle, kederle gölgeli dar sokaklarında başka bir anlam kazanıyordu. Orada -ve St. Ann'ın irili ufaklı yoksul köylerinde- rastafari inanışı benim için, adaletsizlik ve ahlaki çözülmelere karşı derinden, müthiş etkileyici bir manevi dizge anlamına kavuşuverdi. Rasta'lar haklarında düşündüklerim ve yazdıklarım için beni bağışlasınlar. Bob Marley'in, müziğine hayranlığım bir yana, inanış ve düşüncelerine içten bir saygı duyduğumu belirtmek isterim.

Son Yugoslav Takımı


Burak Meriç - Verkaç.org


Özgün adı Football Against the Enemy olan ve futbolseverlerin başucu kitaplarından biri olan Simon Kuper’in eseri, ülkemizde orjinalinden çok daha etkileyici bir isimle okurların beğenisine sunulmuştu “Futbol asla sadece Futbol değildir”. Futbolseverlerin çok benimsediği bu isim; İskoçya, Arjantin, İspanya gibi ülkelerdeki etnik, dini, siyasi ya da sosyal durumlarla açıklanan ezeli rekabetler düşünülünce çok daha anlamlı oluyor. İşte bu sözün çok uyduğu ve hem tarihi hem coğrafi sebeplerle bize çok yakın olan bir ülke, bir futbol ekolü vardı bir zamanlar: Yugoslavya.


Tarih boyunca aralarında rekabet ve savaş eksik olmayan toplumlardan oluşan bu ülke, siyasi olarak kendine özgü bir model oluştururken futbolda da özlemle anılan bir ekolün yaratıcısı olmuştu. Futbol maçları, Tito döneminde hasıraltı edilen etnik ve politik sorunların alttan alta yaşatıldığı yerdi.

Sırbistan’da Kızılyıldız-Partizan rekabeti bir açıdan Tito sevenlerle Kralcıların kapışmasıydı. Ülkenin ikinci büyük kısmı olan Hırvatistan’da ise Dinamo Zagreb Hırvatların milli takımı gibiydi. Onun Sırp takımları ile olan maçları aslında gizli bir Sırbistan-Hırvatistan rekabeti idi. Yugoslavya’nın küçük ortakları da kendi takımlarıyla seslerini duyuruyordu. Olimpija Ljubljana Slovenlerin gururuydu. Jeljo lakaplı Zeleznicar ise Bosna’nın.

Makedonya için ise Vardar Skopje. Ülkenin dağılmasının ardından kendi liglerinde şampiyonluğa ambargo koyan bu takımların birbiriyle yaptıkları maçlar, insanların etnik ve politik kimliklerini kendilerince ortaya koydukları mitinglerdi aslında. Çok teknik bir oyun stili olan Yugoslav futbolcuların mantalitesini bir gazeteci şöyle anlatıyor. “ Ben şuyum sen ise busun. Bak şimdi sana bir çalım atıyorum ve pasımı veriyorum ama birazdan gel bir çalım daha atacağım sana”. 1973 yılında Kızılyıldız-Liverpool maçında bu ekolle tanışan Kevin Keegan şöyle diyordu. “ top adeta tutkalla ayaklarına yapışık. Bilekleri sanki 360 derece dönüyor”.

Milli takımlar seviyesinde sık sık büyük şampiyonalara katılan Yugoslavya, 1960 ta Avrupa ikincisi, 1962 de ise Dünya dördüncüsü olmuştu. Kulüpler bazında Dinamo Zagreb 1967 de Avrupa Fuar şehirleri kupasını Leeds united’ı 2-0 yenerek kazanmıştı. Kızılyıldız ve Hajduk Split başta olmak üzere Avrupa’nın büyüklerine kök söktürüyordu Yugoslav kulüpleri.
Hikâyemizin asıl başladığı yıl ise 1987. Trikotaj ile bir ilgisi olmadığı halde sürekli ağ ören kaderin, Yugoslavya’nın başına çorap örmeye başladığı tarihti 1987. Aynı zamanda Yugoslavya’nın altın jenerasyonunun ortaya çıkıp ilk patlamasını yaptığı yıldı. Sırbistan komünistlerinin liderliğini ele geçiren Slobodan Milosevic Sırp milliyetçiliğini temel ideoloji haline getirirken sonradan adını çok duyacağımız gençlerle dolu Yugoslav genç takımı 1987 ekiminde U-20 dünya gençler futbol şampiyonası için Şili’ye gidiyordu.

Davor Suker, Zvonimir Boban, Dragoljub Brnovic, Predrag Mijatovic, Robert Prosinecki, Robert Jarni gibi isimlerlerle Yugoslav genç milli takımı mükemmel bir futbol oynuyordu. İlk turda Şili’yi 4-2, Avustralya’yı 4-0 ve Togo’yu 4-1; çeyrek finalde Brezilya’yı ve yarı finalde Doğu Almanya’yı aynı skorla 2-1, finalde ise Federal Almanya’yı 1-1 biten maç sonunda penaltılarla yenerek dünya şampiyonu oluyordu. Sahaya Levkovic, Jankovic, Brnovic, Jarni, Boban, Pavlicic, Pavlovic, Petric, Skoric, Mijatovic, Suker onbiriyle çıkan Yugoslavya’nın tek golünü Boban atarken Davor Suker tıpkı 1998 deki gibi 6 golle gol krallığını kazandı.

Artık Yugoslav futbolunu Avrupa’nın zirvesine çıkaracak altın jenerasyon bulunmuştu. 1988 Avrupa şampiyonasına katılamayan Yugoslavya, 1990 dünya kupası elemelerinde İskoçya, Fransa, Kıbrıs Rum kesimi ve Norveç in arasından yenilgisiz 1. olup dünya kupası bileti aldı. Ama 1987-1990 arasındaki dönemin asıl olayı Kızılyıldız idi. Elsner, Jankovic, Stojkovic, Pancev, Prosinecki, Savicevic, Binic ve Beşiktaş formasını da giyen Mrkela gibi olağanüstü oyunculara sahip Kızılyıldız bu dönemde lig şampiyonluğuna ambargo koyarken 1989 Avrupa şampiyon kulüpler kupası şampiyonu Milanı şanssız biçimde elinden kaçırmıştı.
İtalya’da oynanan ilk maçtan Stojkoviç’in golü ile 1-1 beraberlik ile dönen takım, rövanş maçında Saviçevic’in attığı golle maçı uzun süre 1-0 önde götürüyordu. Oyunun sonuna doğru sis yüzünden maç tatil edilince Milan ucuz kurtulur. Rövanş maçı daha da trajik geçer. 120 dakikası yine 1-1 biten maçta İtalyanlar sonlara doğru yarı sahayı bile geçemez bir haldeyken penaltılarla kazanır ve tur atlarlar. O sezon Milan’ın yarı finalde Real Madrid’i 5-0, finalde Steaua yı 4-0 yenerek güle oynaya şampiyon olduğunu düşünürsek Kızılyıldız’ın gücünü ve Milan’ın nasıl bir beladan kurtulduğu daha iyi ortaya çıkar.


1989-1991 dönemi, ülkede siyasi ve etnik tartışmaların artık dönülmez bir noktaya girdiği dönemdir. Yugoslavya son 2 yılına girerken, az da olsa umutlu insanların umudunun kırılacağı olay yine bir futbol maçında gerçekleşti. 13 Mayıs 1990’dır günün tarihi. O gün Dinamo Zagreb ve Kızılyıldız arasında sıkı bir maç vardı Zagreb’de. Daha sonra iç savaşın kötü şöhretli isimlerinden biri olacak olan arkan lakaplı Zeljko Raznatovic liderliğindeki deliler anlamına gelen Delije yani Kızılyıldız’ın fanatik taraftarlarının taşkınlıkları ve ardından Hırvat seyircilere saldırması, Dinamo taraftarının da karşılık verip sahaya girmesiyle film kopar.
Her şey o sırada ısınmakta olan futbolcuların önünde yaşanırken Sırp polislerinin sert bir şekilde Dinamo seyircisine müdahalesi bir anda futbol tarihine olmasa da Hırvat tarihine bir süper kahraman kazandırır. Henüz milli takım formasını giymeye başlayan, 1987 deki takımdan çok yetenekli bir isim, Hırvat seyircileri coplayan bir polise uçan tekme atınca ülkenin gündemine oturur. İronik olarak bu tekmeyi atan kişi 3 yıl önce dünya gençler şampiyonası finalinde attığı golle ülkesine şampiyonluk kazandıran kişidir. Daha o zamanlar bile Yugoslav milli marşı için “ o benim marşım değil. Hiçbir zaman da olamayacak” diyen biri. Zvonimir Boban. 3 yıl önce şampiyonluk getiren bacağı 3 yıl sonra belki de Sırp-Hırvat savaşını başlatıyordu.
Hırvat seyircilerin gözünde ilahtı artık. Ama bu tekmenin cezasını 1990 dünya kupasına gidememekle ödeyecekti. O gün sahada polisten dayak yiyen Dinamo taraftarları ise, iç savaşta Hırvat ordusunun çekirdeği olacaktı. Bugün yolu Dinamo Zagreb in stadına düşenler bir grup asker heykeli görecektir. Önünde ise şöyle bir yazı var. “13 Mayıs 1990 da burada Sırbistan’a karşı bağımsızlık savaşını başlatan bu kulübün taraftarlarına”.


Milli takım bu koşullar altında 1 ay sonra dünya kupası için İtalya’ya gitti. 1987 nin gençleriyle Zlatko Vujovic, Srecko Katanec, Dejan Savicevic, Saffet Susic gibi yeteneklerin İvica Osim emrinde bir araya geldiği takım, kadrosuna bakınca rakiplerine korku veriyordu. Gruptaki ilk maç Federal Almanya karşısında felaketle sonuçlanacaktı. Matthäus önderliğindeki almanlar blitzkrieg tarzı bir oyunla 4-1 lik farka giderken Beckenbauer’i diplomasız diye eleştiren Alman basını bundan sonra takımlarından panzerler diye bahsedecekti. İkinci maçta turnuvanın renkli takımlarından Valderrama’nın Kolombiya’sını 1-0 yenen Yugoslavya son maçta Birleşik Arap emirliklerini 4-1 yenerek 2. tura çıktı. Ardından İspanya’yı Stojkovic in golleriyle 2-1 yendi.
Ama çeyrek finalde Maradonalı Arjantin’in penaltı kurtarma uzmanı kalecisi Goycoechea’ya takılıp penaltılarla elendiler. Takım ilk maç hariç güzel bir futbol oynayıp çeyrek finale kadar çıkmıştı. Ufuktaki 1992 Avrupa şampiyonasına umutla bakılıyordu. Ama kaderin ördüğü çorap artık bitmek üzereydi.


1990/1991 sezonu Yugoslav futbolunun altın yılı olurken, altın jenerasyonun da ülkenin de dağıldığı yıl olacaktı. Aynı dönemde basketbol ekibi 1990 da dünya şampiyonu 1991 de Avrupa şampiyonu olmuştu. Ama sporda zirveye tırmanan ülke uçurumun kenarındaydı. 2 sene önce Avrupalıların cep telefonlarına çağrı bırakan ama cevap alamayan Kızılyıldız, 1990/1991 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler kupasında sırasıyla Grasshoppersı 1-1 4-1, Glasgow Rangers’ı 3-0 1-1, Dinamo Dresden’i 3-0 2-1 ve Bayern Münih’i 2-1 2-2’lik sonuçlarla geçip, 29 mayıs 1991 de Bari’nin San Nicola stadında Avrupa’nın en büyüğü olmak için Marsilya’nın karşısına çıktı. Aslında tarihi bir gündü o gün. Avrupa Şampiyon kulüpler kupasının son maçıydı.
Bir sezon sonra şampiyonlar ligi başlayacaktı. Kızılyıldız sahaya Stojanovic, Sabanadzovic, Jugovic, Belodedici, Najdoski,Marovic, Savicevic, Prosinecki, Mihajlovic,Binic, Pancev onbiriyle çıkarken tribünlerde Sırp milliyetçiliği alev almıştı.


Çünkü çok kısa bir süre önce Hırvatistan ve Slovenya bağımsızlık kararı almış, Hırvatistan’da ise Sırp-Hırvat savaşı başlamıştı. Maçtan önce oyuncular soyunma odasında maçı değil savaşı ve ülkelerinin geleceğini konuşuyordu. Belki de bu yüzden maç boyunca alışılmışın aksine defansif bir oyun oynayan Kızılyıldız maçı penaltılarla kazandı. Yugoslav futbolunun doruk noktasıydı bu.
Darko Pancev’in son penaltısıyla Kızılyıldız Avrupa’nın en büyüğü olmuştu. Milli takımda da işler iyiydi. 1992 Avrupa şampiyonası elemelerinde Danimarka, Avusturya, Kuzey İrlanda ve Faroe adaları ile eşleşen Yugoslavlar maçlarını futbol ve gol şov yaparak bir bir kazanıyor ve final vizesi alan ilk takım oluyordu. Her ne kadar İsveç’e gidemese de.
Yugoslav futbolu artık başarının ve gücünün zirvesindeydi. Ama çok kısa sürecekti bu rüya. Her şey olduğu gibi devam etse belki hem kulüpler hem de milli takım seviyesinde Avrupa’yı dağıtacak gibi görünen altın jenerasyon başka başarı kazanamayacaktı. Bunun sebebi ise politikaydı. 1991’in ikinci yarısında ülke artık dağılmış, sırp-hırvat savaşı ise topyekün bir safhaya girmişti. Artık Sloven ve Hırvat oyuncular milli takımda yoktu. 13 kasım 1991 günü son resmi maçına çıkan Yugoslavya Viyana’da Avusturya’yı 2-0 yenerken, Tuna nehri kıyısında Vukovar isimli şehirde bir ev hem Sırpların hem Hırvatların saldırısına uğruyordu. Sinisa Mihailovic in eviydi bu ev. Annesi hırvat babası sırp olan ve bu yüzden her iki tarafın da düşman gördüğü birinin evi.


Eski Yugoslavya son kez 25 Mart 1992 de özel bir maçta Hollanda’ya karşı oynarken iç savaş Bosna’ya sıçramış ve ülke artık tarihin çöplüğüne gitmişti. Tüm yıldız futbolcular teker teker ülkeden ayrılıyor ve Avrupa’nın büyük takımları tarafından havada kapılıyordu. 1992 Avrupa şampiyonasına gelen, artık Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya milli takımı Bosna’da ki savaş nedeniyle kupadan ihraç edilirken, onların yerine grup ikincisi olduğu için kupaya çağrılan Danimarka Avrupa şampiyonu oluyordu. Slovenya, Makedonya ve Hırvatistan kendi milli takımlarını kurarken daha düne kadar aynı takımda oynayan ve ülkeye Futbolda altın yıllarını yaşatan futbolcular artık rakip ve üstelik savaş halinde olan ülkelerin futbolcularıydılar.
Bundan sonraki dönemde ise Sırplardan kurulu Yugoslavya (Sırbistan-Karadağ) ve Hırvatistan, kısmen de Slovenya uluslararası arenada söz sahibi olurken diğerleri ise eleme maçlarında son sıralara mahkum oluyordu. Parasızlık nedeniyle endüstriyel futbolla baş edemeyen, yetiştirdiği yıldızları başka takımlara satan eski Yugoslav kulüpleri Avrupada artık sıradan ekipler oldu. Kendi sınırlarına tıkılıp kalan ulusal ligleri ise eski heyecan ve kaliteden uzak.


1987 de temeli atılan ve 4 yıl boyunca büyük başarılara imza atan Yugoslavya’nın altın jenerasyonunu oluşturan isimler daha sonra futbol yaşamlarını Avrupa’nın en büyük takımlarında sürdürdüler. Hemen hemen hepsi jübilesini yaptı. Aynı ülkede top oynayanlar bir araya geldiklerinde eski günleri anarken politikacılar ise eskinin tüm izlerini silmekle meşguldü. Eskiden Hırvat kimliğinin takımı olan Dinamo Zagreb’in adı devlet başkanı Franjo Tudjman tarafından Croatia Zagreb olarak değiştirilirken, çoğu savaş gazisi olan Dinamo taraftarları bu durumu protesto ediyor, maçlara gitmiyordu. “Dinamolu olmak Hırvat olmaktır” diyenlere Franjo Tudjman şöyle cevap veriyordu: “ Dinamo Zagreb’i isteyenler Sırbistan’a gitsin.”
Sonu Yugoslavya’nın sonuyla örtüşen, Türk futbolunun gelişiminde hem futbolcuları hem de teknik direktörleriyle pay sahibi olan Yugoslav futbolunu ve Yugoslav ekolünü bir kez daha anarken, bu merhum ülkeyi en güzel ifade eden bir sözü, Tanıl Bora’nın sözünü hatırlamakta fayda var. Şöyle diyor Tanıl Bora: “Sosyalizm adına sahiden özgürleştirici bir alternatifin, “milli mesele”de milliyetçiliği aşan, sahiden entarnasyonalist ama yerli/milli bir modelin kıyısında gezinirken; bildik reel sosyalizmle bildik kapitalizm arasında bocalayıp, en bildik milliyetçiliğin sularına gömülen bir ülkenin acısı…”


Ve böyle futbolcuları, onların yaratıcı, göze hoş gelen teknik futbollarını bir daha göremeyecek olan futbolseverlerin üzüntüsü…

27 Ocak 2008 Pazar

R.İ.P Gabriele Sandri


Biz Bir Başka Alem İsteriz...

"ho appena finito di suonareed ora come al solito in partenzaper portarvi fino alla vittoria."sempre con noi."sessizlik henuz basladi (aslinda sesimi henuz kestim)ve alisilmis gitme vakti geldisize zaferi getirmek icin"herzaman bizimle..

Lazio'nun en etkin taraftar grubu ; '' irriducibili '' 12 kasım 2007 tarihinde offical sitesinin açılış sayfasını bu şarkıyla donatıyordu..ve arkasından yukarıdaki maddeleri alt alta sıralayarak mesajı göndermek istedikleri yere zarfı atıyorlardı.. Polis tarafından öldürülen bir Lazio'lu taraftar için klübün en büyük taraftar grubunun bu tepkiyi vermesi anlaşılır bir davranış biçimiydi ancak ilginç olan aynı gün Serie A -B- C dahil tüm Calcio (İtalyan futbol ligleri) takımlarının taraftar dernekleri ortak tepkiyi bu ortak şarkıyla gösteriyordu.. Çünkü 11 kasım 2007 tarihinde İtalyan Calcio'sunun Ultras'ları için; yine bir Lazio taraftarı olan Vincenzo Paparelli'nin As Roma Ultras Curva'sından atılan bir işaret fişeğiyle öldürülmesinden (romalılara göre vincenzo'yuda polis öldürmüştü) ve yıllar önce avrupa kupalarında oynanan Juventus Liverpool finalinde iki takım taraftarları arasındaki olaylar sonucu dünya futbol tarihine ''heysel'' faciası olarak geçen olayın arkasından gelen üçüncü ve en önemli dönüm noktalarından birisi yaşanmıştı.. 12 kasım tarihli manşetlerin içeriğini belirleyen olay, 11 kasım günü ; Serie A'da İnter ve Lazio taraftarları arasında maç öncesi yaşanan olaylarla çakılan kıvılcım sonucunda Lazio taraftarı Gabriele Sandri'nin polis kurşunlarıyla öldürülmesiydi..

Günümüz Kapitalizminin endüstriyel sınırlarla kuşattığı futbolun, finansal yönüne egemen olan ve reklam pastasının büyük dilimine sahip olunca sahadaki ruhuda satın alabileceği yanılgısına düşen egemenlerin medyası için bu haber sadece ''sahalarda görülmek istenmeyen klasik kriminal hardcore holigan haberlerinden biri '' olabilir.. oysa endüstriyel futbol karşıtı ultras taraftar hareketleri için olay başlı başına bir isyan nedeniydi.Nike ve Adidas gibi küresel şirketlerin veya skysports ile rai uno 'nun gündeminde Sandri olmayabilir ancak bugün futbolu beyaz camlı plazalardan değilde stadyumların kalearkalarından,deplasman trenlerinin yıkık dökük koltuklarından, alkole boğulmuş publardan, taraftarın kendi maddi imkanlarıyla çıkardığı tribün kültürü fanzinlerinden yükselen ortak çığlıkla yaşayanlar için sandri'nin polis tarafından katledilişi polisle savaşın resmen başlaması demektir. Oyunun bahissiz, mafyasız, şikesiz ve politikacı zırvaları olmadan sokaktaki öz haline dönüşü için mücadele veren, dünyanın tüm kıtalarında ortaklaşa yazılan taraftar hakları manifestosuyla direnişi başlatıp ''no al calcio moderno'' (modern futbola hayır) çıkışıyla sürdüren ultras oluşumlar için bu haber ; haber değeri taşıyan kriminal bir vakka değil, palermo ve catania arasındaki olaylı derby di sicilia'da yeniden açılan ve ölçüsüz şiddeti anayasal vatandaşlık haklarını hiçe sayarak, karşılarındaki insanlara yönelten stadyum polisini stadlardan atmak yolunda ilerleyen kollektif cephenin biraz daha genişlemesi anlamına gelir.

En basit haliyle Sandri; egemen medyanın yansıtmaya çalıştığı profilin çok uzağında bir insandı. Futbolu futbol olduğu için seven, hepimizin özlediği, mahallenin en şık abilerinin oyununu, o sevdiğimiz aradığımız ama endüstri içinde kaybettiğimiz futbolu seven, oyunun bu bozulmamış halini bi yerlerde bulabileceğine inanan, toprak sahada dizlerimizi kanatarak kana kana oynadığımız ve oynamak için iki taş ile basit bir meşin yuvarlağın yettiği basit sokak futbolunu özleyen , endüstriyel futbol karşıtı bir taraftardı .Bu nedenledir ki dünyanın heryerinde oyunu kurtarmak için mücadele veren ultras oluşumlar Sandri için, pankartlarıyla omuz omuza saf tuttu. Türkiye'nin UltrAslan'ıda mabedleri kapalı tribünde R.İ.P Sandri dedi kilometrelerce uzakta karlı kaplı Norveç'in Rosenborg tayfasıda. Salt bir taraftar olarak Sandri'nin; Sicili tertemizdi. Dünyaya bizim gibi sol duyusuyla bakmaya çalışanların ve hayata nasıl bakarsanız futbolada öyle bakarsanız düsturuyla oyunun politik arka planını gözardı etmeyenlerin asla sevemeyeceği bir takım olan mussolini'nin SS Lazio'sunun taraftarı olmasına karşın Sandri; bir tane dahi sabıkası bulunmayan(bulunsa ne farkeder ki?), irricudibilinin içine mevzilenmiş otonom neo nazi oluşumlarla uzaktan yakından bağı bulunmayan(bağı bulunsa dahi ortak ultras duruş gereği yine kollektif olarak tüm gruplar onun yanında olurdu) , 26 yasinda, deplasmanlara sık hatta hiç gitmeyen,kendi halinde dj'lik yapan, ailesi hayalleri kurmaya çalıştığı bir yaşamı olan, ortalama gelir seviyesine sahip bir italyandi. Tek günahı futbolu sevmek ve maçları hepimize dayatılan adeta tribünden çok kapitalizmin reklam panolarına dönmüş lüks localardan oturarak maç izleme zorlamasına karşı çıkarak, Curva'lardan maç izlemek olan bir insandı.. Polis cinayete kaza süsü vermek için olayın kargaşa esnasında kazayla patlayan bir kurşunun sekmesiyle gerçekleştiğini savundu . Oysa binlerce insanın önünde polis önce jop sonra biber gazı arkasından silah kullanarak kitlelerin üzerine gelmiş son aşamada ise sandri birebir hedef alınarak kurşunlanıp öldürülmüştü.

İtalyan polisinin korumakla yükümlü olduğu sivillere karşı işlediği suçların bir özet dökümünü yapmak istesek ansiklopediler yazmamız gerekir.Şampiyonlar liginde oynanan bir Roma Galatasaray maçı sonrası aynı polisin ırkçı küfürler eşlinde Galatasaray yedek klübesini, teknik heyeti, futbolcuları joplarla dövdüğü daha dün gibi aklımızdayken o bu polisin maçta birini kurşunlarak öldürmeside bu alemin içindeki insanlar olarak bizi şaşırtmıyor aslında.İtalya'da sırf stadyumlarda sözde güvenliği sağlamak için görevlendirilen spor polisinin davaları bile başlı başına ayrı bir hukuksal mücadeleyi gerektirecek derecede külliyat boyutuna ulaşmış durumda.Koyu bir Milan taraftarı olan, eski kara - kızıl tugaylar tribün grubu neferi ünlü sosyalist aktivist Negri'nin hapishaneden yazdığı ; ''Milan Daima'' yazısında belirttiği suçlar arasında maçlarda gözaltına alınanların aylarca ortadan kaybolduğu ve bunun bir şekilde italyan hükümeti tarafından holiganizmle mücadele olarak anlatılıp üstünün kapatıldığı gibi iddiaları asla unutmamak gerekiyor. Korumakla görevli olduğu vatandaşların anayasal anlamda gvence altına alınan dokunulamaz yaşam haklarını defalarca çiğneyen bir kolluk gücüne karşı italya'da her gün büyüyen ve kollektif bir isyana dönüşen stadyum kaosunu anlamamak güç değil. Sandri'nin öldürülmesini geçen yıl yine silah kullandıkları palermo catania maçında gelen bir taşla kör olan arkadaşlarının öcünü aldıkları şeklinde yorumlayanlarda var, polisin kontrolden çıktığı klasik bir serie a calcio'su cinayeti olarakta veya no al calcio moderno aktivistlerinin ortak sloganında anlam bulduğu şekilde ''tüm egemenler katildir ve stadlardan defol polis'' biçiminde dışavuranlarda..

Yaşanan süreçte; tüm bu bilgi karmaşası ve farklı yorumlar içerisinde tartışılmaz olan tek bir gerçek vardı. Televizyonların kar zarar hesaplarına dayalı finans ölçümleriyle yaşayan, şifreli kanallar yoluyla ele geçirdikleri ''herkesin eşit imkanlarla futbol izleme hakkını'' ortaklaşa protesto eden , stadlardan polisin çekilmesini isteyen, Curva'ların (ultras grupların toplandığı kale arkaları)hergün artan bilet fiyatlarını ortaklaşa protesto edip bir lazio roma derbisinde veya inter milan maçında birbirilerinden ölesiye nefret etseler bile ortak kararla stadı ortaklaşa boş bırakan , bahis şirketlerinin spekülasyonlarına karşı bahissiz futbol manifestosunu benimseyen , formaların eski klasik ve düz hale gelmesini talep ederek fakir takımları daha fakir zengin takımları daha zengin yapan sponsorluk anlaşmalarına karşı kendi klüpleri zenginler liginde yer alsa bile yönetimlerini ısrarla protesto eden ultras'lar için Sandri'nin öldürülmesinin tek bir anlamı var ; İSYAN!. Bu isyanın simgesi Sandri; Lazio'nun can düşmanı italya'nın sosyalist takımı Livorno'nun otonom marksist gruplarından tutunda, yine sandri'ni taraftarı olduğu lazio'nun ezeli rakibi ve ebedi düşmanı başkentin büyüğü AS Roma'nın taraftar derneklerinin Lazio'lu sandri'nin tabutuna sarı kırmızı atkılarını sarıp güllerle donatmasına kadar büyüyen bir ortak refleks geliştirmiştir. Bir pankartı çaldırdıkdan sonra onurlu bir duruş göstererek biz klüp yönetimlerinden yardım almayız diyerek tribünlerden çekilen koreorafi şampiyonu AC Milan'ın FDL'sine kadar herkes Sandri'nin cenazesinde ortak saf tutrarak tüm dünyaya futbolun gerçek sahibinin hala sokaktaki insan olduğunu göstermiştir.. Sandri olayı tıpkı vincenzo olayı gibi ;''başka bir futbol mümkün'' diyerek 68 paris'inde barikat arkasına kazınmış ''gerçekçi ol imkansızı iste'' düsturunu yaşamlarının baş öznesi yapan Ultras'ların topyekün isyanına dönüşmüştür. Sandri vakkası bir milattır ve Liverpool'un efsane menejeri Shankly'nin bir zamanlar söylediği gibi ''futbol bir ölüm kalım meselesi değil çok daha ötesidir.''...

Sensible Soccer


futbol oyunlarından nefret edenlerin bile bağımlısı olduğu efsane futbol klasiği.


bünyeye sene 2007 ama ne fifa ne pes hala inadına sensible dedirtecek kadar kronik tiryakilik yapan klasik. oyun olmanın ötesinde swos serileriyle birlikte gelen kariyer modu sayesinde kendi başına müthiş bir futbol veri arşivi. dünyanın en zevkli futbol oyunu olan sensible soccer, world of soccer serisiyle gelmiş geçmiş en ayrıntılı ve keyifli kariyer modunu bünyesine katmış, futbol oyunlarının açık ara babası olma misyonunu ölümsüzleştirmiştir. amiga yıllarında uğruna sayısız joystick parçalanmış, geceler uykusuz sabah edilmiş, sezon sonları ve milli takımlardan gelen teklifler rüyalara girmiştir. sensible soccer efsanesinin bizlere öğrettiği gerçek ; gelişkin grafik sistemlerine sahip olmadan , çok basit bir tarzla dünyanın en güzel futbol oyununun yaratılabileceği gerçeğidir. futbolun kendisi basittir bu nedenle güzeldir tıpkı sensible gibi. sensible soccer serileri basit görünümlü grafiğinin arkasına topladığı eşsiz istatistik arşiviyle külttür. oyun sensible software tarafından piyasaya sürülmüş ancak oyunu sensible software çalışanları hazırlamamıştır. ingiltere'de yaşayan futbol aşığı iki arkadaşın topladıkları verileri kodlaması sonucu amatör bir deneme olarak ortaya çıkmış sonrasında fenomenleşmiştir.


oyunun gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu miguel angel nadal dır, en kral golcüsü ise George Weah'tır..

Irvine Welsh

1958 doğumlu iskoç yazar. 93 yılında basılan kült romanı trainspotting den sonra yazdıkları ilkinin başarısını yakalayamamış olsa da welsh ingilterede generation x in sözcüsü ve edebiyatta 90 lı yıllarda ortaya çıkan iskoç hareketinin en önemli isimlerinden kabul edilir. Extacsy, Acid House, Trainspotting ve Porno (Trainspotting 2) romanları gönüllerde taht kurmuş şekilli bi abimizdir kendileri..
kendisi için; britanya işçi sınıfının gür sesi, pub insanı, futbol ve elektronik müzik tutkunu sıkı kalem. trainspotting ve porno mucizelerinin yaratıcısı, halkıyla yüzleşmiş özeleştirisini yapmış insan diyebilirim . Porno isimli romanı Türkiye'de toplatılmış ve beni hiç şaşırtmamıştır. Bir kitabın kapağını dahi açmadan içeriğine bakmadan - ki içeriği porno olsa ne olur porno ayıp yasak bi şey midir ? ayrı mesele - kitap yasaklayan zihniyet hala yaşamaktadır , acıdır. Kendisi Trainspotting olayında Begbie karakterini bizlere kazandırdığı için bile alkışı hakeder.

This Is England




yönetmen shane meadows'un kendi çocukluğundan kesitler sunduğu, Trainspotting kadar gerçek bir britanya anlatımı. 12 yaşındaki çocuk oyuncu thomas turgoose' yi esas oğlan shaun rolünde ve stephen graham'ı neo-nazi skinhead punk tayfasının lideri combo olarak alkışlanacak performanslarla izlediğimiz film. punk müzikle beslenen ve dünya alt kültür tarihine fanzin güzelliğini kazandıran bir dönemlerin isyankar, muhalif ve proleterya eksenli sınıfsal çıkışla şahlanan skinhead kültürünün, işçi sınıfının iyice köşeye sıkışması ve hükümetlerin neo liberal politikalarının iflası sonucu, faşizme kayarak zaman içinde nasıl yozlaştığını görmek için biçilmiş kaftandır bu film. 12 yaşındaki bir sabi sübyanın bile dışarıdan destek almaya gerek duymadan ırkçılığın ne kadar boş beleş bir dalga dümen olduğu gerçeğini kendi içinde yaşayarak keşfedişini, dönemin ingiltere'sini izleyerek anlayabilmek için kaçırılmamalıdır. paki bakkalda dexys midnight runners çaldığı anlar enfestir..
ayrıca The Clash Cut The Crap'te aynı isimli şarkıyı çığırmıştır..

Manifesto


1- ligler devam ederken oyuncu transferi yapılmamalıdır.2- gol sevinci yaşam özgürlüğüdür. gol sevinçlerine müdahale edilmemelidir.3-liglere yabancı sınırlandrması getirilerek, alt yapıdan gelen oyuncuların önü açılmalıdır.4-bi kulüp yönetici veya başkanı'nın başka bi kulüpte aktif olarak görev alması engellenmeli ve yaptırımlar uygulanmalıdır.5-şampiyonlar liginde eski formata dönülmeli ve ülkesinde şampiyon olamayan kulüplerin şampiyonların yeralacağı bi platforma katılması engellenmeli .5- kulüpten her türlü yardım ilişkisi kesilmelidir. aksi halde,kulüpler taraftar gruplarına sunduğu yardımlar sonucunda bu gruplara çeşitli engellemeler veya kararlar alma hakkını kendilerinde bulacaktır.6- tüm taraftar grupları tv kuruluşlarına karşı ortak mücadele etmeldir.kulüplerin yayınlardan eşit pay alması yönünde karar almalıdır.» tüm lig maçları, tüm sezon boyunca aynı gün ve aynı zamanda oynanmalıdır.tüketimin yaygınlaştırılması amacıyla naklen yayın şirketlerinin öngördüğü sistem değiştirilmeli ve eski günlerde olduğu gibi futbolun zevki ve heyecanı, sıradanlaştırılmadan en üst düzeyde keyifle yaşanmalıdır. » türkiye kupası kuralarına ilk kademeden itibaren tüm takımlar katılmalıdır.böylece, büyük takimlarla küçük takimlar eselesebilecek ve futbol sevgisi, zevki ve heyecanı türkiye'nin her yerine taşınabilecektir. » futbol takımı formalarının birer ferrari arabası gibi raklamlaştırılması engellenmelidir.her takımın kendi klasik forması korunmalı, her sezon abartılı "tasarım" gariplikleriyle semboller zedelenmemelidir. » takım formalarında, futbolcu isimlerinin yazılması uygulamasına son verilmelidir.futbolu guzelleştiren en önemli unsur, bir takım oyunu olmasındadir. taraftar açısından önemli olan takımının formasının sahaya çıkmasıdır. isimsiz takım forması, günümüz futbol endüstrisinin dayattığı ve pohpohladığı yıldız futbolcuların, takımlarının önüne geçmelerine karşı duruşun sembolik anlatımıdır. » aynı şehrin takımları arasındaki maçlarda, evsahibi takımlar, misafir takım seyircilerine tribünlerinin yarısını tahsis etmelidir.stadyumlarda, evsahibi istanbul derbilerinde, yıllarca varolan ve oynanan futbolun heyecanını, zevkini artıran bu uygulamaya geri dönülmelidir. » bilet fiyatları, türkiye koşulları gözönüne alınarak saptanmalı, açık tribün biletleri her zaman ucuz tutulmalıdır.futbolun sadece varlıklı insanların seyredebileceği bir etkinliğe doğru sürükleyen pahalı bilet uygulamalarına son verilmeli ve bu sporun halkın tek eğlencesi oldugu unutulmamalıdır. » stad giriş kapıları artırılmalıdır.taraftarlara bir koyun sürüsü muamelesi yapılırcasına çok az sayıda kapıdan giriş ve çıkış yapılması engellenmeli, stad mimarileri buna uygun olarak hemen değiştirilmelidir. » stad içinde güvenlik görevlisi olmamalıdır.güvenlik güçleri, görevlerini yaparken, taraftarların coşkusunu ve desteğini engellememelidir. » karaborsaya geçit verilmemelidir.taraftarların futbol sevgisini ticari amaçları için kullanan karaborsacılara karşı önlemler alınmalıdır. » kombine bilet uygulamasi'nda taraftarların talepleri mutlaka gözönüne alınmalıdır.farklı taraftar özellikleri dikkate alınmalı, taraftar gruplarıyla işbirliği yapılarak, farklı özelliklerin birarada ayni tribünde yeralması engellenmelidir. kombine bilet ücretleri fahiş fiyatlarda tutulmamalı, mutlaka taksitlendirilmelidir. » kulüplerin taraftarla ilişkilerden/koordinasyon sorumlu bir yöneticinin yönetiminde bir bölüm oluşturulmalıdır.özellikle tribün organizasyonlarının düzenlenmesi konusunda, stadyum içi de dahil olmak üzere taraftar gruplarıyla kulüp arasında resmi ve düzenli bir ilişki ağı oluşturulmalıdır

Kanadı Kırık Melek


Kanat Güner 28 yaşındaydı.. yazdıklarını hayatıyla kanıtladı. Kısacık ömrüne sığdırdığı yalın ve gerçek yazınına kendisini işledi.. Motifi, kurgusu, ola örgüsü , kendisi olan bir ekolün en gerçekçi ve yürek burkan günlüklerini tuttu Kanat Güner.. ‘‘Yanımda kal, beni bırakma. Elimi tut. Öyle tut ki bütün korkularım bitsin’’ diye sesleneceği kimsesi yoktu. Gençlere örnek olmak için eroinin, yani kendi hayatının kitabını yazdı. Eroinden kurtulmak için verdiği amansız mücadeleyi ve kaçınılmaz sonu anlattı kitabında. ‘‘Bir tuvalet köşesinde öleceğim’’ demişti. Gerçekten de öyle öldü...


"ada 4-4910" ve ''eroin Güncesi'' ile altkültür yazınında öncü olup, o dönemlerde hepimizin kıyısından köşesinden teğet geçtiği gerçekleri dibine kadar yaşayıp, sahneye gireceği zamanı seçemeyen ama çıkacağı zamanı seçebilen ve ''Perde!'' restiyle hayat tragedyasını kapatan , Cerrahpaşa Tıp'ın uçarı meleği Kanat ...Anmak lazım seni böyle ara sıra değil sıklıkla hasratle anmak.. Kısacık ömrüne sığdırdığın iki büyük kitabı unutmadan anmak. Yalansız, Maskesiz, salt insan olabilmenin erdemiyle kendini sorgulatmadan ve başkalarını sorgulamadan yaşadığın hayatı anmak.. kelebekler vadisin'de sıcak şarap satılıyor artık, ansızın sen gezginlerin karşısına çıkmıyorsun diye köpek öldürenler çoktandır kaldırıldı tedavülden.. ama şişe bira içip kapağını yırtanlar keşke ölümü seçmeseydin diyerek arkandan boğuşmaya devam ediyorlar hayatla.. Tek bir şey eksikti taa en başından beri demiştin ve öküz dergisinde şu yazıyı kaleme almıştın bir dönem hatırlatalım:

'' otoriteden, faşistlerden, polisten , zabıtadan korkmayız; sadece ve sadece kendi beyin hücrelerimizden korkarız. gri hücrelerimizi zaptetmek, sakinleştirmek için uğraşırız. havalandırmalı yerleri sevmeyiz. üç öğün yemek yemeyiz. 40 cc su yeter bize, çok sık yıkanmayız, ama kokmayız da. kedi köpek besler , onlara da kafa yaptırırız. dans ederken birbirimizi ezeriz. güzel söveriz , terminolojimiz geniştir. sigara dumanını içimize kadar çekeriz. aklımız bel altına kaymayacak kadar yukarda takılır. acı eşiğimiz yüksektir. şişe bira içer, etiketini yırtarız. meslek odamız, sendikamız, grev hakkımız yoktur. tırnaklarımız ve saçlarımız uzun ve kirlidir. yazın bile uzun kollu giyeriz. nöbetci eczaneleri muhakkak biliriz. cocukları, delileri, tinercileri, dilencileri, cingeneleri severiz. tekel'e cok şey borçluyuz , ama tekel bize daha çok şey borçlu. wc'ye giren arkadaşımızı bir daha göremeyebiliriz. sevgi denildiğinde kitleniriz. 'size söylüyorum, biz ölmeyiz' diye şarkılar söyleriz. insana ait olan hiçbir şey bize yabancı değil, hele ölüm hiç değil. günaydın, tünaydın, hanfendi, beyfendi, rica etsem gibi kelimeleri yaşamayız. öbür taraf varsa, orda muhteşem konserler olmalı, morrison, hendrix, cobain bizi bekliyor. ayık ya da değil, yaratıcıyız ama cesedimizle bile baş edemeyeceksiniz. vergi ödemez, oy vermez, fiş almayız; çünkü hiçbir torbacı yazar kasa kullanmaz. kısacası milyonlarcası ölmüş gri hücrelerimizle bile sizden çok daha farklıyız...''